“Bizim edebiyatımız”la, bizim de el-an içinde olduğumuz ama artık “bizim olmayan edebiyat”a geçişimizin izini, Cemal Şakar’ın Kurmacanın Grameri’ndenki (Ketebe Yayınları) yazısından sürmeye başlamıştık.
Bireyi ve hayatını merkeze alan romanın, seyri mümkün olanı yazı sahnesine taşıdığını ve dolayısıyla duyumsatma özelliğinin oldukça kısıtlı olduğunu söyleyen Şakar, zikrettiğimiz bağlamdan şiirin romandan farkını da yine “kurmacaya göre” şöyle belirlemiştir:
“Şiir öncelikli olmak üzere, diğer sanatların kendi dil dünyasına davet edebildiği başta Allah’ın kevnî ayetleri olmak üzere, metafizik hâlleri ve durumları kurmaca kendi içine çekemez. Çektiğinde de onu metafizik yüklerinden arındırarak bireyin ve yaşamın ruhsallığının rengine boyar. Yıldızlar, güneş, ay ve gezegenler gibi kozmolojik atıflar da ahenk içindeki kozmosa değil, en çok karakterin ruh hallerinin nesnesine dönüştürülür. (…) Böyle yapmakla iki şey birden olur; i) duygulanımlar zaman-mekân çerçevesinde sûrete bürünerek varlık kazanırlar; ii) nesneler de kurmacanın sonsuzca yeniden üretme imkanlarıyla soyutlaşarak estetik âleme dahil olur(lar).”
Diğer modern edebiyat türlerinden farklı olarak romanın merkezinde her zaman bir karakterin olmasına vurgu yapan Şakar, bunu estetik fark üzerinden, güzellik algısındaki değişimle şöyle ilişkilendirir:
“Merkezindeki karakter için inşa edilen romanda sözünü ettiğim dünyasallaşmada kevnî ayetlerin temaşasıyla doğan iyi, güzel, doğru gibi değerler zorunlu olarak romanın anlattığı karakterin algı düzeyinden idrak edilir. Bunun yanında klasik olarak bir şeyin ‘kendi mümkün sınırlarına ulaşarak mükemmelleşmesi’, ayrıca ‘nasıl olması gerekiyorsa öyle olması’ anlamındaki güzellik, romanda karakterin kendi kemâli kadar olacağı için romandan doğan güzellik de bu kemâl kadar olacaktır ki romanın genellikle deli, meczup, tutunamayan, kıyıda kalmış, parçalanmış tipleri sevdiğini hatırlarsak buradan doğacak kemâlin de mümkün sınırlarını tahmin edebiliriz. Dahası bu tiplerin çoğunlukla nasıl olması gerekiyorsa öyle olmadıkları ortadadır. Güzelliğin birey ve yaşam düzleminde inşa edilmesiyle ortaya çıkan görünüm bireye dair inkâr edilemez cazibeler içerse de insanın doğasına uygun olarak kısa zamanda ifsat olacak bir görünümdür. Sınırsızın, kusursuzun ve ölümsüzün temsili peşindeki klasik sanatın aksine roman sınırlı, kusurlu ve ölümlü bir varlığı merkeze aldığı için hiçbir şey kendi mümkün sınırlarına ermediği ve nasıl olması gerekiyorsa öyle olmadığı için de klasik manada güzelin romanda tecellî ettiğini söyleyemeyiz.”
Bu bahsin etkili bir özetini de şöyle verir Şakar: “Nihayetinde roman bize bir insanı daha genel söyleyişle insanı ve ilişkili olduğu şeylerin dünyasını anlatmak için vardır, dolayısıyla romanda bütün varoluş bize anlatılan insanın/karakterin gördüğü, duyumsadığı, algıladığı kadardır, karakteri aşan, şeylerin şeyliklerinin üstüne çıkan bir varoluş romanda yoktur. Şöyle ki; akledilir ve duyumsanabilir olanlar karakterin kapasitesiyle sınırlanmak zorundadır. Böylesi bir sınırlamayı romancı bir şekilde aşsa bile zaman ve mekânın kuruluşu karaktere göre olacağı için karakterin özgül zaman ve mekânıdır. Bu zaman ve mekân artık ne bir gruba ne de topluma aittir. Zaman ve mekânın bireye/karaktere özgülenmesi bizi kritik bir eşiğe getirir.”
Şakar, yazısının devamında bu kritik eşiği, daha açık söyleyişle bizim edebiyatımızda – bizim tefekkür dünyamızda tahakkuk eden bu kırılmayı sekülerleşme, ruhsallığın psikanalizime indirgenmesi ve romanın doğasıyla yazarın doğası arasındaki eşitlenme… üzerinden temellendirir.
Bizim bunlardan hareketle konumuz esasında, Şakar’ın kozmolojik anlayıştaki değişme vurgusundan da destek alarak getireceğimiz yorum, asıl kırılmanın devamında âlem telakkimizi de içine çeken nefs bilgisi üzerinden tahakkuk ettiğidir.
İslam âlimlerinin tasniflerinden hareketle ilimlerin en başına yerleştirdiğimiz nefs bilgisi, daha Osmanlı yıkılmadan münevverlerimiz tarafından Batı tefekkürünün içinden yeniden öğrenilmeye ve öğretilmeye çalışılmıştır. Yani asıl kopuş münevverlerimizin nefsle ilgili kendi tarz-ı kadim eserlerimizden kaçışlarıyla ve seküler bilgiyi arzulayanların açgözlü bir cahil teslimiyetiyle Batı’ya koşmalarıyla başlamıştır.
Bu hususu, geçtiğimiz günlerde yayımlanan Ethem Bakar’ın Terbiye-i İrade (1909) ile İskender Fahrettin’in Fizyonomi adlı kitapları üzerinden daha iyi açıklayabiliriz.
Gerçek şu ki, Batı tazyikiyle kırılmakla kalmadık, hâlen kırıla kırıla yol alıyoruz.
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.