Osmanlı Devleti ve onun devamı olan Türkiye Cumhuriyeti Batı’da görülen dinî zihnî-fikrî-ilmî-siyasî vb. tecrübeyi yaşamadığı için sanayi kuramadı, teknolojide geri kaldı.
Bu durum her yönü ile kapitalizmi doğuran iklimin uzağında (ona tamamen kapalı) olmamız, özetle Âmentü’ye inanmamız ile ilgilidir.
Osmanlı kapitalizmi benimseyemezdi, çünkü Hududullah buna cevaz vermez.
Bizim medeniyetimiz ve şehirlerimiz “tarım toplumu”nun eseridir. Medeniyet tartışmalarında bu temel husus göz önünde olmalı.
Batı’daki gayri ahlâki güç temerküzü sanayi ve teknoloji ile Çağdaş Küresel Medeniyeti kurdu. Bu medeniyet din dışıdır, asla kabul görmemeli.
Tarih şöyle veya böyle tecelli etseydi diye tasalanmayın, mânası yok. Zor oyunu bozar denilmiş. Veyl mağluplara!
Osmanlı gururu uzun süre direndi
(Batı’ya giden ilk elçilerimiz onları nasıl da küçümser)
sonunda “Düşmanın silahı ile” silahlanmayı kabul etti.
Tekrara lüzum yok bildiğiniz “Batılılaşma”.
Bu macera iki yüz yıldır sürüyor. Araftaki aydınlarımız işbirliğini seçmiş olsa da halk inancını ve ruhunu koruyor.
Macera dramatik bir
ile neticelendi. Tarih boyunca köle olmayan milletimiz şeklen olan-biteni kabul etse de ruhen direniyor.
Mektep-medrese, alafranga-alaturka, ilerici-gerici, laik-dindar ayrımı bu yarılmanın neticesi olarak sürüyor.
Ancak modernleşme hükmünü yürütüyor. Taraflar şu veya bu şekilde modernleşmiştir. “Yaralı bilinç”in tuhaf sonucu: Bir yandan modernleşme öte yandan dindarlaşma. Son elli yıldır seçimleri dindarlar kazanıyor.
“Tuhaf” dedik çünkü kazananlar ile kaybedenlerin hedefi aynıdır: Muasır medeniyete kavuşmak, hatta onu geçmek.
Bu “derin yara”nın analizini akademyaya bırakıyorum.
Hemen her şehrin civarında bir “Bağlar” semti vardı. Yaz gelince şehir ahalisi
(esnaf-memur-zenaat erbabı)
İstanbul dahil “sayfiye”ye gidilirdi. Ayağımız toprağa basıyordu. Hemen her ailenin mali durumuna uygun bir “bağ evi” vardı. Olmayanlar kiralardı. Bağ komşuluğu mahalle komşuluğu gibiydi. İstanbul dahil şehirlerde dahi her evin küçük de olsa bir bahçesi vardı.
Dolayısıyla tarım toplumunun şehirleri de topraktan kopmamıştır.
(Geçen asrın ortasına kadar). Günümüzde “Bağlar” semti nisbeten ayakta kalan yaşamaya devam eden
ile
’ı örnek verebilirim. Bağlara göçen ailenin fertleri tıpkı köylüler gibi tarla-bağ-bahçe sular, fidan budar, mahsûl toplar, meyve-sebze kurutur, reçel-pekmez kaynatır, tarhana döker, erişte keser, kışlık erzak olarak ne lazımsa onunla uğraşır. Un-bulgur-yağ-peynir-turşu-kavurma tedarik eder. Biz bu toplumun son nesli çocukken şu tekerlemeyi söyler-oynardık:
Tedariğim / Torba dikim / Yazın koyum / Kışın yiyim
Refik Halit
adlı hikâyesinde bu hayatı çok güzel anlatıyor.
Sabah işe, yani şehre giden ahali mali durumuna göre kimi fayton, kimi beygir, kimi at arabası, kimi merkep, kimi yaya olarak arkalarında bir toz bulutu bırakarak bağlardan uzaklaşır; ikindi sonrası dönüş başlar.
“Bağlar” dediğimiz semtler nüfus artıp, şehirler büyüdükçe imara açıldı, ağaçlar kesildi, yavaş yavaş yok oldu. Yerine apartmanlar dikildi. Bu yüzden her şehrimizin “Yeni Şehir” adlı bir semti vardır.
Şehirlerin imkânlarla dolu kışkırtıcı havası köylünün hizmet alamaması (eğitim-sağlık-iletişim-ulaşım), geçim zorluğu, tarımın ihmali, bürokrasinin, hizmet sektörünün alabildiğine genişlemesi, hantal devlet, montaj sanayi köyden kente göçü hızlandırdı.
Başta büyük şehirler olmak üzere hemen her şehirde bir “rant ekonomisi” oluşmuştur.
Dün bir hazine arazisi çevirip gecekondu kuranlar bugün han-hamam sahibidir.
“Altına hücum” gibi bir şeydir bu.
Çok eskiye gitmeyelim. Yetmişlerin başında “Londra Asfaltı” üzerinde son durak meşhur “Ömür Yoğurtçusu” idi. Ötesi bildiğin tarla. Şimdi şehir neredeyse Tekirdağ ile birleşmek niyetinde.
Bu yazı dizisini takip edenler bilecektir. Bir “kalkınma” tartışması yapmıyorum.
Ne filozof, ne ideolog, ne ilim adamı veya iş adamı değilim. Reel-politika ile ilgim yok. Bir doktrin, manifesto, reçete yazmıyorum.
Ben bir hikâyeciyim. İnsanî ve İslâmî olandan
ndan yana tavrımı koydum, ülkemiz ve tüm insanlık için sanayii (endüstri) değil, tarımı seçelim dedim. Yeni bir “ilim kilisesi” kurulmuş, teknolojinin ürettiği tanrılara itaat esas alınmıştır. İnanmayan aforoz edilir.
Ha otomobil, ha cep telefonu. Ha naylon, ha nükleer başlık. Bunlar bizi yönetiyor, biz onları yönetmiyoruz.
Hepsi aynı “kafa”nın eseri. Âlete itaat edeceksin, yoksa başına iş açar.
Şehirlerimiz taklide yeltendiğimiz Çağdaş Küresel Medeniyet’in dikey mimarisini benimsemiştir. Şaşırtıcı değil.
“Kendimiz olmak” yarım asır öncesine göre artık çok zor.
“Uzun Yol”a çıkmak lazım. Dilim döndüğü kadar
nı anlatmaya çalıştım. Zihniyet değişir, fikir oluşursa bu nizamın şehirlerini kurmak mümkündür.