Göçebe bir toplumdan geldiğimiz için denize girme alışkanlığımız yoksa da yayla geleneğimiz asırlardır sürüyor. Hemen her alanda olduğu gibi çağdaşlaşma adına eski hayat tarzımıza ait ne varsa hepsi için redd-i miras ettiğimizden epeyce bir zaman yaylayı bırakıp denize koştuk. Oysa asır başında yazılan kaynaklara baktığımızda İstanbul’da dahi “denize girme” alışkanlığının olmadığını görüyoruz. Denize ancak deniz adamları, kıyıda hamallık yapanlar ve de “bekar uşakları” serinlemek için girermiş. Kadınlar asla. Sonra sonra Boğaz’da mekan tutan yabancı elçilik mensuplarının eşleri ile birlikte denize girmeleri, bizim alafrangalaşan, bürokratik ailelerimizi de etkilemiş olmalı ki, yalıların önüne iskeleyle bağlı ahşap bir odadan ibaret “deniz hamamları” kurulmuş.
Kadınlar buralarda denize giriyor. Cumhuriyet’ten sonra yavaş yavaş plajlar açılmaya başladı, alafranga aileler kadın-erkek birlikte denize girmeye başladılar. Bozkırın kadınları bugün dahi evlatlarının zoruyla ile bir yazlığa gittiklerinde, ısrar üzerine elbiseleriyle denize girerler. Bozkırın adamı hâlâ denizden korkar. Ancak bütün bunlara rağmen geçen zaman içinde eski şehirlerimizin geleneksel yapısı ve hayat tarzı değiştiği için bir yazlık edinmek ve mümkünse deniz kenarını seçmek moda oldu.
Eski şehirlerimizde –bugün dahi yaşayan bazı yerler var– şehrin yakınında ve fakat yüksekçe ve serince bir bölgesinde “bağlar” semti bulunur; burada hemen her ailenin bir bağı ve bir bağ evi yer alırdı. Şehir ahalisi kışı şehirde yazı bağlarda geçirir; sebze ve meyve yetiştirir, kışlık erzakını hazırlar, meyve ve sebze kurutur, tarhana yapar, pekmez kaynatırdı. Bu semtler şehirlerin apartmanlaşması, eski dokusunu kaybetmesi, genişlemesi, nüfusunun artması ve en önemlisi hayat tarzının değişmesi ile gözden çıkarıldı. Ardından belediye imar sınırı içinde kalarak oralara siteler yapıldı. Şehirli artık gidecek yer bulamıyor, apartman dairesinde sıcaktan patlıyor, “madem herkesin var bizim de deniz kıyısında bir yazlık kooperatif dairemiz olsun” diyerek ferahlama çaresi arıyordu.
Böylece Marmara’dan İskenderun’a kadar bütün kıyılar, koylar, zeytinlikler beton kooperatif ormanları ile kaplandı. Kıyı köyleri apartmanlaştı, bazılarının kışın beş-on bin kişi olan nüfusu yazın yüzbinlere ulaştı. Deniz kirlendi, çevre kirlendi, kıyı kasabalarının büyük kentlerden farkı kalmadı. Buna karşılık Karadeniz ve Akdeniz bölgelerindeki halk “bağ evleri” yerine eşsiz güzellikleri barındıran “yaylalar”a çıkıyordu. Yaylalarda mahalli malzeme ile kendine mahsus mimarisi olan ahşap veya taş “yayla evleri” vücut bulmuştu. Şehre gelip zengin olan veya Almanya’da işçi olup vatan hasreti çeken bazı vatandaşlar bu yaylalara istedikleri gibi, iki-üç katlı betonarme apartmanlar kurmaya başladı.
Eskiden gelin gibi süslenen sığırlarla, mani ve türkülerle düşülen yayla yolları artık asfaltlanmıştı. Böylece yaylalar biçimsiz bir şekilde süratle dolmaya, “yayla şenlikleri” yapılmaya başlandı. Geçende Trabzon’un “Uzungöl”ü hakkında bir yazı yazmıştım. O güzelim doğal göl etrafına çekilen bir duvarla havuz hâline gelmiş, daracık yerleşim alanı apartmanlarla dolmuştu. Aynı şey Ayder Yaylası’nın da başına gelmiş. Orası da beton binaların istilasına uğramış. Neyse ki belediyeler geç de olsa uyandı ve bu gidişe dur deme ihtiyacını duydu. Gazetelerin yazdığına göre Ayder’de yapısal kimliğe uymayan binalar yıkılacakmış (Söz buraya gelmişken büyük şehirlerdeki gecekondu yıkımlarını hatırlıyor; kopan kıyameti düşünüyorum. Acaba bu yıkımlar yaylada nasıl olacak?). Üzerinde çalışılan Koruma Amaçlı İmar Planı tamamlanıyormuş. Buna göre yaylada yöresel mimari nitelikleri taşıyan eski binalar onarılacak, yeni yapılacak binalarda malzeme olarak taş ve ahşap kullanılacakmış. İnşallah olur diyoruz. Aslına bakarsanız Çevre ve Orman Bakanlığı bu işi belediyelere bırakmamalı. Gerek destek gerek denetim, gerek kanun ne lâzımsa yapmalı elde kalan yaylaların doğal yapısını korumalıdır. Bir yer ki “turizme açılmıştır” oranın doğal yapısını korumak son derece zordur. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık. Benim fikrim ve teklifim şudur: Bu gibi yerlere ne otomobil, ne beton, ne asfalt, ne yol, ne otel vb. sokulmalı. Olduğu gibi bırakılmalı. Gezi ekipleri üç-beş kilometre aşağılarda konaklamalı; gezilecek yerler mutlaka yaya olarak gezilmeli, bir dal çiçek koparmaya bile müsaade edilmemelidir. Bu mümkün müdür? Bilmem, ilgililer düşünsün.
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.