Toprak kokulu öykü atölyesi

04:0017/04/2019, Çarşamba
G: 17/04/2019, Çarşamba
Fatma Barbarosoğlu

Cuma günü sizleriCoetzee’nin hikayesiile (link üzerinden) buluşturmuş ve yorumlarınızı beklediğimi söylemiştim.Çok güzel çok özel mektuplarınız için binlerce teşekkür. Mektupların hepsini okudum. Tekrar tekrar okudum. Her birinden çok istifade ettim. Tadımlık olarak dikkatinize sunuyorum.Buyurun:“Köylülük bir şehirlinin korkulu rüyasıdır”Kıymetli Fatma Hanım öykü okuyucusu olmayı öyle pek matah bir iş gibi görmüyordum. Ta ki sizin tarafınızdan dünyayı, gündemi, kendimi en iyi orada bulabileceğimize

Cuma günü sizleri
ile (link üzerinden) buluşturmuş ve yorumlarınızı beklediğimi söylemiştim.Çok güzel çok özel mektuplarınız için binlerce teşekkür. Mektupların hepsini okudum. Tekrar tekrar okudum. Her birinden çok istifade ettim. Tadımlık olarak dikkatinize sunuyorum.Buyurun:


“Köylülük bir şehirlinin korkulu rüyasıdır”

Kıymetli Fatma Hanım öykü okuyucusu olmayı öyle pek matah bir iş gibi görmüyordum. Ta ki sizin tarafınızdan dünyayı, gündemi, kendimi en iyi orada bulabileceğimize ikna edilene kadar. Teşekkürler, müptelası olmuş vaziyetteyim.

İzmir’de doğmuş büyümüş şimdilerde İstanbul’da ikamet eden, yetiştirdiği tek bitkinin kokuşmuş pamuk içerisinde bir zavallı fasulyecik olduğunu fark eden 21 yaşında bir üniversite öğrencisiyim. Şimdiye dek tüketip çöp çıkarmak dışında yaptığım şeyleri zihnimin ücra köşelerinden bulup çıkarmaya çalışacağım. Zor olacak gibi duruyor. Soframdaki ekmekle aramdaki kilometreleri düşüneceğim. Toprak benim için hep köylülük kokmuş, ve elbette bilirsiniz köylülük bir şehirlinin korkulu rüyasıdır.

Selam ve dua ile… Emine B.

Çanakale Çan’dan yazan öğretmen çocuğu Yasemin Çoban köylüğün köylerde bile ne kadar olumsuz karşılandığını kendi tanıklığı üzerinden anlatıyor:

“Köylerde bile sütü marketten alan üstünlük taslıyor”

Nihayet harman denilen o şenlikli gün gelirdi. Çünkü o vakit ağaç altında durmamız gerekmezdi. Biz de yetişkinlerin yanında az da olsa işin ucundan tutabilirdik. Yaşım çok büyük değil, buğdayı kabuğundan hayvanların değil makinaların ayırdığı zamandan bahsediyorum. Yine de kendimi çok eski zamanlardan bahsediyormuş gibi hissediyorum.

Dedemin bir traktörü vardı. Cuvallara doldurduğumuz buğdaylar evimizin az ötesindeki buğday ambarına götürülürdü. Ben ve kardeşim çuvalların üstünde güle oynaya yolculuk ederdik. Çuvallar ambarın içine boşaltılıp da iş bittikten sonra atlardım buğdayların içine. Yüzermiş gibi yapardım. Ellerimin arasından buğdayların akışını keyifle seyrederdim...

Köylerde hayat çok değişti artık. Buğday eken de kalmadı, ununu yoğurup ekmek yapan da. Yumurtayı, ekmeği, hatta sütü marketten alan, almayana üstünlük taslıyor...

Yazınızı ve içindeki hikayeyi okuyunca aklıma geliverdi bunlar.

Teşekkürler Fatma Hanım./Yasemin Ç.

Akademisyen Muhammet K. de Coetzee’nin öyküsü ile kendi hayatının kesiştiği noktayı çok samimi bir dil ile kendisi ile yüzleşerek atarıyor:

“Köydeki evimizi kafe yapmayı düşünüyorduk”

Hocam yazı ve hikaye için teşekkürler. Hayatın ucundan tutan “BİZ”i içeren yazılarınızı elimizden geldiğince takip etmeye çalışıyoruz.

Bu hikaye beni çok etkiledi, hikayenin sonundaki Jane gibi mahcup oldum. Köydeki evimi satmayı düşündüğüm için mahcup oldum.

Yaklaşık dört yıl kadar önce Seydişehir’de, Torosların eteğindeki güzide köyüm(artık mahallesi ne yazık ki) Gökçehüyük’ten çocukluğumun geçtiği, büyükbabamın satılmış olan eski köy evini satın aldım. Bir müddet önce Konya merkezde bir ev alabilmek için köydeki evi satalım mı satmayalım mı ikileminde kaldık. Bir tarafta ülkemizde ve dünyada yaşananları gördükçe “öyle ya da böyle köye döneceğiz” düşüncesi aklımdan çıkmıyor, ama bark sahibi olmam için de nakit gerekiyordu. Netice olarak aile yadigarı köy evini satmadık hatta “buraya küçük bir café açar, para kazanırız” diye takılıyoruz eşimle. Velhasıl köyde yaşamak için, köyden kazanç sağlamak için bile şehirli düşüncelere dalıyor, büyükşehirde yaşayanlara hizmet sunma odaklı planlar yaparken buluyoruz kendimizi. Aynen hikayenin sonundaki gibi

“Jane üzgün. O da üzgün. Aslında hepsi biraz üzgün, sadece onun öfkeli çıkışından dolayı değil. Nietverloren’daki Velma bile her gün parçası olmak zorunda kaldığı maskaralıktan dolayı üzgün olmalı, Matjiesfontein’de bulunan oteldeki Viktoryen kostümlü kızlar da öyle: üzgün ve mahcup. “

Üzgünüz hocam, üzgünüz ve bu sistem bizi öyle bir sarmaladı ki aşağıda bir kaç fotoğraf ekleyeceğim köyümden uzakta, köyüme sadece turistik ziyaret kapsamında gidebilecek duruma geldim.

Tez savunmasına hazırlanan biri için (bunları yazmaya zaman ayırıp bunları okumam bile abes görülecek iken) köye mi gitsem yoksa burada akademik hayata mı atılsam ikilemi arasında kalmayı nasıl açıklayacağız?

Açıklamasını yine hikayede : “Tüm ülkenin üzerine hafif bir hüzün çökmüş, bulut gibi, sis gibi. Fakat bu konuda yapılacak hiçbir şey yok, düşünebileceği bir şey yok.”

Sağlıcakla kalın, saygılarımla. Muhammet K.

“Patates soğan fiyatları iktidarları değiştirecek hale geldi!”

Selamünaleyküm,

Yazınızı ve linkini verdiğiniz öyküyü merakla ve üzüntüyle okudum.

Öyküde yazılanlar, köyümüzün, bugünkü halinin satırlara dökülmesi gibi… Robotlaşan dünyamızdan bizleri safari kafasıyla kurtarmaya çalışan zihniyetin ülkemize yansıyan kısmı gibi...

Bugün tarımı bu hale kimler getirdi? Sorunun peşine düşersek, 15 günde 15 yasa diyen Kemal Derviş uygulamaları karşımıza çıkar.

20 yıla yaklaşan iktidar Derviş’in uygulamalarını hiç değiştirmedi (yazınızda bu kısma hiç dikkat çekmediğiniz ayrıca dikkatimi çekti).

İktidarların, patates soğan fiyatı ile değiştirilecek hale geldiğini görmek, yazıda ifade edilen acı gerçeklerin hayata yansıması olsa gerek...

Selam ve dua ile kalınız ...(İsim hanesi boş.)

“Kendi hayatımızın kara deliğini görmüyoruz…”

Merhaba Fatma Hanım,

Bu kıymetli yazınızla biz şehirli modern insanların düşünce tarlasını hafta sonunda filizlendirdiğiniz için teşekkür ederim.

Benim çocukluğum, ilk gençliğim köyde geçti.

Köy hayatı da en az şehir hayatı kadar çetin, kendi iç dinamiklerinde zorlukları ve kolaylıkları olan bir yerdir. Dedikodusu bol, küçük bir toprak parçası için insanların birbirini kırdığı ama diğer yandan dayanışmanın muhabbetin uçsuz olduğu bir yer. Velhasıl Emile Zola’nın Toprak romanındaki toprağa körü körüne hırsla bağlı köy hayatı da, Mustafa Kutlu’nun Beyhude Ömrüm hikayesinde geçen kayadan su çıkartan bereket de var.

Çocukluğumda köyde, her küçük çocuğun bilinçaltına, köy hayatı zordur, elinin toprakla, tezekle kirlenmediği, masabaşı bir işin her koşulda daha iyi olduğu fikri büyükler tarafından sıklıkla aşılanıyordu. Dolayısıyla, babasının, dedesinin çiftçilik mesleğini beğenmeyen, şehirde zor durumda yaşamayı bile bir tercih olarak gören bir nesil ortaya çıktı. Bu neslin çocuklarının veya bu neslin geri dönüşü artık zor.

Ancak, benim ailem, kardeşlerim gibi halen köyde yaşayan insanları köyde tutacak, köylü, çiftçi olmakla gurur duymasını sağlayacak bir devlet politikası belki işe yarayabilir. Her küçük köyün bile elektriğini, suyunu, gerekirse yakacağını, okulunu, tarım eğitimini, festivalini, geleneksel şenliklerini, sosyal aktivitlerini içinde barındıran, o insanların da toplumun önemli bir parçası olduğuna inandıracak bir yapı lazım.

Hele de soğana ithalatta sıfır vergi ile, küçük hayvancılığı bitirerek ancak, depresif şehirlileri arttırırız.

Dolayısıyla, İstanbul gibi metropollerde artık bununla ilgili palyatif, popülist çözümler yerine halen köyde yaşayanları orada tutacak sistemler gerekmektedir.

Son olarak, birkaç yıl önce bir arkadaşım Altındağ’daki bahsettiğiniz yeri belirterek buğdayı biçip un yapmalarını şaşkınlıkla anlatmıştı. Oysa benim gibi ömrü harman yerinde geçmiş birisi için normal birşeydi. Sanırım NASA’nın karadelik resimini magazinsel bir yüzeysellikle takip ederken, kendi hayatımızın derinliğini gitgide kaybediyoruz.

Saygılarımla. Dr. Yakup Akgül- Kuveyt

#J.M.Coetzee
#Hikaye
#Okuyucu
#Mektup