Geçmişte yaşananları bugüne getiren nedir?
Bugüne gelenlerden kaçı yarına varmak için yola düşecektir ?
Son yıllarda, bendenizin dününü bugüne getiren daha çok bir ölüm haberi oluyor.
Salı sabahı Nazife Şişman aradı. Bir gün önce başladığımız muhabbeti devam ettireceğimizi zannediyordum. Nerede kalmıştık dercesine Efendim dedim açtığım telefona. Nazife’nin konuşmaya pek şevki yoktu. Baktım benim anlattıklarımı da dinlemiyor, sözü söze eklemekten vazgeçtim.
Telefon tellerine yaydığımız bir boşluk oldu. Sonra o boşluğun içine Nazife’nin sesinden ölüm haberi düştü: “Hüsamettin Arslan ölmüş...”
“Ne uzak ne yakın bize ölüm.”
Ölümün sebebini bilirsek ölümü geçersiz kılabilecekmişiz gibi sordum, kalp krizi mi? Sonra sorduğum sorudan mahcup, Allah rahmetini ziyade etsin dedim.
Ölümlü olduğumuzu unutarak yaşadığımız için ne dünümüz dün, ne günümüz gün, ne yarınımız yarın ...
Her ölüm hatırlatmadır. Hafızasını hem toplumsal hem bireysel anlamda giderek daha fazla yitiren dünyamızda, ölümün hatırlattıklarını zapt etmek noktasında nasıl da takatsiz kalıyoruz.
Doksanlı yılların başı, doktora yapmak için İktisat Fakültesi Sosyal Yapı- Sosyal Değişme ana bilim dalını tercih ettim, ama Edebiyat Fakültesi Sosyoloji bölümünde Prof. Dr. Ümit Meriç ve Mehmet Genç hocanın derslerini de şevkle takip ettim. Onların kayıtlı öğrencilerine verdikleri ödevleri yaptım. İşte o derslere ara ara genç bir adam gelirdi. Onun derse geldiği günler en çok o konuşurdu. Konuşmasını sorularla aralar, sonra kaldığı yerden devam ederdi.
Soru sorarken kendi birikimlerini gözden geçirirken cümleleri debisi gittikçe yükselen bir nehre dönüşürdü.
İddiası olan bir adamdı.
İddia ve ideal. Her ikisi de muhite muhtaç. Hüsamettin Arslan emanetini teslim ettiğinde ardından yazılan biyografilerde Uludağ Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı ibaresi yer aldı.
Akademik hayat ona muhtaç olduğu muhiti sunmuş muydu?
Önümüzdeki günlerde Hüsamettin Arslan’ın ardından yazılan yazılara bakarak “muhitin”in var olup olmadığını, belki de var olan muhitin giderek nasıl kan kaybettiğini daha iyi göreceğiz.
Hüsamettin Arslan’ın hayatı, bir dönemin Türkiye’sini bütün renkleri ile muhafaza ediyor.
Hüsamettin Arslan’ın ardından okuduğum ilk yazı Gökhan Yavuz Demir’e ait.
Gökhan Yavuz Demir önce öğrencisi oluyor Hüsamettin Arslan’ın, sonra meslektaşı, sonra demir leblebi İngilizce felsefi kitapları çevirdikleri Paradigma Yayınları'nda iş ortağı: “Ben solcuydum o sağcı, ben şehirliydim o köylü.”
Bu kısım önemli. Birlikte yol yürümek için aynı görüşte olmamız/olmanız gerekmiyor.
İyi işler için adanmışlık, ideal, işini aşk ile zanaatkar tutkusu ile yapmak şart.
Hüsamettin Arslan sosyolojiye zanaatkâr tutkusu ile yaklaştı. Anlam ve bilim metodolojisini tartışan, birbirinden zor metinleri tercüme etti. Tercüme ettiği kitapları yayınlayabilmek için maaşıyla yayınevi kurdu.
Elull’un “Sözün Düşüşü” nü okurken her defasında Hüsamettin Arslan bu kitabı çevirmek için her paragrafı en az beş defa okumuş olmalı diye düşündüm. Ne ki defalarca okuyarak çevirdiği metinler üzerinden, anlam arayışını sürdüren bir muhiti inşa edemedi. O muhiti inşa edebilmiş olsa idi o kadar yazmak istediği “Anlam ve İktidar”ı çoktan yazmış olurdu.
İbrahim Kiras’ın yazısı sadece Hüsamettin Arslan’ı anlatmıyor, bir zamanlar var olan “muhit” in artık neden olmadığını da anlatıyor satır arasında.
Muhit’in ne olduğu değil ama nasıl olduğu Mevlana İdris’in satırlarında gizli: “Bizim kuşaktan çok değerli dostlarla Divanyolu’ndaki kahvelerde tanıştık. Dostluğun, edebiyatın, cepteki son yirmi lirayı paylaşmanın, gece kahve kapanınca birimizin evine gidip tartışmayı orada sabaha kadar sürdürmenin çemberlerini çok çizdik. Hoca hep geniş daireler çizdi. Akademinin de, düşüncenin de kolayından göremeyeceğimiz dip akıntılarını gösterdi.”
Okuyan adamlar nereye gitti? Yokluğun muhitleri, imkanlar denizinde ne oldu?
Cemil Meriç bir defa daha haklı çıktı. Sağ kitap okumuyor. Kitap yazan “adamları” konuşturmayı ve koşturmayı tercih ediyor.
Sibel Eraslan, Hüsamettin Arslan’ın genç bir öğrenci iken Cemil Meriç ile yaptığı söyleşinin soruları üzerinden yazdı yazısını. Hüsamettin Arslan ziyadesiyle soru soran adam demekti. Dinlediğim son konuşmasında, 15 Temmuz ile ilgili olarak “Bu devletin kendisini koruyacak bir derin devleti nasıl olmaz!” diye soruyordu.
Prof. Dr. Süleyman Seyfi Öğün, “Çileli bir hayatı oldu. Başardı...Daha mühimi; asla yaşlanmadı. Hep genç kaldı...Çok üzgünüm: Allah rahmet eylesin...” diye yazdı.
Düşünen adam hep genç kalır. Hüsamettin Arslan’ın Bauman gibi yaşlanacağını hayal etmiştim. Ortalama ömrün 90’lara ulaşması hepimizin hanesine kayıtlı kâr değilmiş, bir kez daha idrak ettik. Bazılarımız hep “erken” gidecek.
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nin avlusunda 10 çocuklu ailenin ferdi olan Hüsamettin Arslan’ın kız kardeşleri, ablaları ile tanıştık. Taziyede bulunanlara canı gönülden arkadaşı mısınız diye soruyorlardı. Arkadaşıyım diyenleri, caddede arabanın içinde bekleyen annelerinin yanına götürmek istiyorlardı.
Arkadaşlarından bir isteği vardı yaşlı ve yaslı kadının, “Odasına benim gözlerimle son bir defa bakın.”
Mümkün mü? Yokluğun içinde on evlat büyütmüş kadının gözleriyle kim bakabilirdi ki bir sahibinden yetim kalan eşyalara.
Hüsamettin Arslan, devletini ve milletini daima sevdi. Devlet sevgisi belli ki anasından yadigar, bir oğuldan arda kalmanın acısı ile kavrulmuş kadın “benim yavrumu Türk bayrağına sarmışlar” diyerek ölümün ateşini bayrağın dalgası ile teselli etmeye çalışıyordu.
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.