Şu sıralar konuşmaya değer mevzular konusunda bir sıkıntı çekiyor musunuz? Merak etmeyin yalnız değilsiniz. Ve üstelik bu sıkıntı yeni bir sıkıntı değil.
Tolstoy’un Anna Karenina adlı romanından bir sahne... Petersburg sosyetesi bir salonda toplanmış, nelere dair sohbet edeceklerini kestiremeyen bir konuşmanın bölük pörçük atmosferinde, bir kurtarıcı bekliyorlar, sohbeti açması için güzel konuşma ustası olarak bilinen elçiden yardım istiyorlar.
Elçi söze şöyle başlıyor: “Herhangi bir konu söyleyin. İş konuyu bulmakta. Konu hazır olduktan sonra onu işlemek kolaydır. Geçen yüzyılın ünlü laf ebeleri günümüzde yaşasalardı dinlemeye/dinletmeye değer bir şeyler bulmakta büyük güçlük çekerlerdi bence. Çok olmuştur böyle düşündüğüm. Akıllı uslu konuşmalar öylesine can sıkar ki…” (Anna Karenina,sh.169)
“Akıllı uslu konuşmalar öylesine can sıkar ki…”
Sosyal medya hesabımdan Üsküdar Kitap Fuarı için hangi konuda konuşabilirim diye sordum. Takipçilerim en iyi bildikleri ya da en dertli oldukları yerden konular önerdi: Nezaket ,vicdan ,BBC’nin baş açma gündemi , üniversite gençliğinin evlenememesi vs.
Bütün bu konuları ortak paydada bütünleyebileceğim tema Ölüm. Konuşmamın başlığını hayat memat meselesi olarak duyurdum.
Hayatımız ölümlü olduğumuzu unutuşumuz ya da aklımızda tutuşumuza göre anlam kazanıyor,değer kazanıyor,kıvamını buluyor.
Ölümlü olduğumuzu unutma hızımız arttıkça, hayatımızdaki anlamı yakalama kabiliyetimiz azalır.
Konuşmamın ölüm üzerine olacağını söyleyince benden kitaplar üzerine konuşma bekleyen beyefendi şöyle sitem etti: “Ben olsam öyle bir konu seçmezdim. Zaten cami imamları ölüm hakkında konuşuyor.”
Bu beyefendi muhtelemen pek çok kişinin hislerine tercüman. Çünkü insanlar hayattan bezmiş oldukları için eğlenceli konular ile yaşadıkları hayatın dışına çıkmak istiyor. Oysa hayatın anlamını aramadan hayattan zevk almamız mümkün değil.Hayatın anlamı, ölümlü olma şuurunu muhafaza etmemizde gizli. Dolayısıyla ara vermeksizin ölümü konuşmamız gerekiyor. Ölüm algımızın değişmesinden, ölümü kabullenemeyişimizden konuşmamız gerekiyor. Modernleşme sürecinde ölümün ve cenaze törenlerinin insanların ölümü kabul ya da reddetmeleri üzerindeki etkisinden konuşmamız gerekiyor.
Oysa ölümü sadece korku üzerinden konuşabiliyoruz. Yaşımız, cinsiyetimiz, sosyal sınıfımız,mizacımız , meşrebimiz farklı olsa da hepimiz ölüm korkusu paydasında eşitleniveriyoruz.
Ölüm, doğarken beraberimizde getirdiğimiz en büyük gerçeğimiz.Peki biz modernler, ölümden korkmak noktasında eskilerden daha mı zayıfız?
Mesela sahabenin ölüm korkusu var mıydı? Buyurun:
Emevi halifesi Süleyman b. Adülmelik (674-717), Mekke’ye giderken Medine’ye de uğradı. Burada birkaç gün kaldı. Yanındakilere ashaptan birini görmüş olan bir kimsenin bulunup bulunmadığını sordu. “Evet Ebu Hazım, ashab-ı kiram’a yetişmiştir” denildi. Bunun üzerine birini gönderip onu huzuruna çağırttı. Aralarında şu sohbet gerçekleşti.
-“Ey Ebu Hazım ölümü niye kötü görüyoruz?” dedi.
Ebu Hazım:
-“Çünkü ahiretinizi harap ediyor, dünyanızı mamur ediyorsunuz. Tabii olarak da mamur dünyanızı bırakıp harap ettiğiniz ahirete gitmek istemiyorsunuz.”
( Ruhul Beyan.1/ 344)
Dinler bize bir hikaye anlatır. Dinlerin anlattığı hikaye ile dünümüz, yarınımız, en çok da içinde yaşadığımız zaman/an bir anlam kazanır. Şimdiki zamanın anlamı bizi öte dünyaya hazırlamak üzerinden derinleşir. Bir başka değişle kadim dünya, dün doğduk yarın öleceğiz anlayışını, kişilerin zihnine yerleştirerek, şimdiki zamanı yarın için –ki yarın burada öte dünyadır- verimli kılar.
Öte dünya inancı, kişilerin bu dünyada kendilerini sınırlamalarına, şeytanın şerrinden uzak durmalarına yardımcı olur.
“Öte dünyanın ortadan yok oluşu insanın özgürlüğünü artırmıştır, ama aynı zamanda insanın anlamını azaltmıştır.”(Ölüm ve Felsefe, “Ölüm: Kuru Senaryo” sh.112)
Bizim, gündelik hayatın içinde, dindar ya da seküler zihniyete sahip oluşumuzu en iyi ifade eden şey “şimdiki zamanı” nasıl yaşadığımızdır. Şu içinde bulunduğumuz zamanı, neyin parçası olarak görüyoruz? Kesintisiz, “başarıya odaklı şimdiki zaman” içinde miyiz yoksa öbür dünyayı kazanmak için geçmemiz gereken sınavların mesuliyeti içinde mi buluyoruz kendimizi?
Bizi biz yapan, içinde bulunduğumuz şimdiki zamandır. Gündelik hayatımızdır. Sufiler ibn el vakt olmak derken, yani vaktin evladı olmak derken (ibn kelimesini evlat olarak tercüme ettiğimin farkındasınız elbet.) kast ettikleri, içinde bulunulan zamanı, ahiret bilinci içinde idrak etmektir.
Postmodern hayatın mihmandar cümlesi “anı yaşa” ile sufinin “ibn el vakt” olması arasında herhangi bir geçişkenlik ya da ortak nokta söz konusu değildir. İbn el vakt kavramı, tarım toplumunun, “insanlar ölümlüdür anlayışının toplumun bütün kesimleri tarafından benimsenip içselleştirilmiş ortak bilincine yaslanır.
Günümüzde “İnsanlar ölümlüdür” önermesi ortak bilince ait değil mi? Değil.
Günther Anders’den mülhem ölüm teması üzerinden çağları şöyle ayırmak mümkün diye düşünüyorum:
Tarım toplumu: İnsanlar ölümlüdür
Sanayi toplumu: İnsanlar toplu olarak bir anda öldürülebilir (atom bombası)
Dijital toplum: İnsanlık öldürülebilir
Velhasıl “insanlık öldürülebilir” korkusunu yaşatan haberlerin baskısın altında, “sohbet edecek bir damar” bulmamız pek mümkün görünmüyor.
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.