Ayaküstü, “kederli dörtler korosu” olarak, hayatın aksayan yönlerini konuşuyorduk.
“Kederli dörtler korosu” dediğime bakmayın, yandık bittik kül olduk, vay gençler ne kadar bozuldu söylemi değil bizimki. Kadim olan dertler ile yeni dertleri, sistemsel dertler ile bireysel dertleri, ahiret bilinci eksikliğinden kaynaklanan dertler ile şehir hayatının dayattığı dertleri, düğüm olmuş bir çilenin içinden çıkarmaya çalışan bir hal ile kederli idik.
Kederimiz giderek artıyor, çünkü dört bir taraftan “reis bunları halleder niye bunları reise söylemiyorsunuz bir randevu alsanız” diyerek kendi mesuliyetini parantez içine alanlarla, ya da, “Bütün bunları AK Partiyi iktidar etmeden önce düşünecektiniz” diyenlerle karşılaşıyoruz.
İnsanları bu kadar mesuliyetsiz kılan nedir?
Bu iki söylem birbirine çok uzak gibi geliyor değil mi? Hayır değil. Bunlar aynı madenin iki farklı yüzü.
Benim okumalarım gündelik siyaseti merkeze almayan okumalardır. Ahlak ile ilgilenirim. Ve esasında insanın fıtratının bozulmasını ya da olgunlaşmasını merkeze alırım.
Önermem daima şudur: İlk insan, ilk peygamber. Ama ilk insan aynı zamanda Cennet’ten düşen bir insan. Yani, içinde her zaman düştüğü yerin boşluğunu, özlemini taşımaya mahkum.
Devirler, diyarlar değişir, lakin biz kendi çağımızdan mesul kalmaya devam ederiz. Bir elimiz meleklerin elini tutarken bir elimiz şeytanın eline yakın durur. Dünyadaki sınavımız budur. Değişen , “zamanın ruhu”nun bizi şeytanın eline ne kadar yaklaştırdığı ya da uzaklaştırdığıdır. Onun için herkes kendi zamanını “ahir” bilmek ister. Ahir zaman olunca mesuliyetinin az olacağına inanmak ister.
Böyle konuşurken... Sözü söze eklerken... Amalar ve fakatlar, itiraz bendi olarak sohbetin içine gark olmuşken; o sesi duyduk.
Ortalık çınlıyordu.
Dördümüz aynı anda, sanki birimizin yüzünde cevap anahtarı gizliymiş de işte şimdi onu bulacakmışız gibi birbirimizin gözbebeklerimizden iz sürdük.
Bizi bu kadar şaşırtan ne miydi?
“Nasılsın?” demişti birisi. “Çoook iyiyim. Her şey çoook güzel” diye cevaplamıştı sorunun muhatabı olan.
Dönüp baktık. “Her şey çoookk güzel” diyene.
Neşesiyle ortalığı çınlatan, her şeyi çok güzel bulan arkadaş ile “dünyamız” bir değildi. Hayat onun için ütopya şıklığında geçerken; bizim için distopyanın siyah beyazına bürünüyordu.
Biz gazetelerin 3. sayfasında takılı kalmıştık muhtemelen, peki o dünyaya nereden bakıyordu?
İnstagramdan?
Biraz sonra güzellikleri sıralayacaktı, her şeyin neden çoook güzel olduğu konusunda bizi ikna edecekti muhakkak.
Sıraladı nitekim.
Onu yapmış, bunu yapmış, şimdi şunu yapıyormuş, yakında bunları bunları da yapacakmış. (Aaa haberimiz yok muymuş, oysa hikaye etmiş bunları hesabından...)
Esasında yaptığı hiçbir şey yok. Bir takım mevkiler verilmiş, kimisi eş kontenjanından kimisi baba kontenjanından. Kimisi muhitinin armağanı. Olur. Bunlar her devirde olan şeyler. Yeni değil.
Ama o kendini, henüz yayınlatmadığı -yayınlatmadı çünkü henüz yazmadı- kitaplardan ötürü yazar, aklından geçirdiği fikirlerden dolayı proje sorumlusu olarak görüyor; çok çalışmalıyız diyor ayaküstü selam verdiği herkese.
Kendisi ne mi çalışıyor?
Ne çalıştığını henüz bilen yok.
“Her şey çok güzel” diye mutlulukla şakıyan “yaşı olmayan, dinç, mutlu” arkadaşın, birkaç saat içinde yüzü düştü. Çünkü birisi ona sen ne zaman köşe yazacaksın diye sormuş, Gülben Ergen’in bile artık köşesi var demiş...
Arkadaşlarım “hadi” dedi “bunu bize açıkla!”
Güldüm: “Her vesile ile bunu bize deistler açıklasın diyen koro gibi oldunuz.
Yeterince aşikar olan şeyleri dünyanın en büyük sosyologlarının bile ‘açıklamaya’ gücü yetmedi."
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.