Halk bunu istiyor/ “Halk neyi sever?”

04:004/09/2019, Çarşamba
G: 4/09/2019, Çarşamba
Fatma Barbarosoğlu

Bir milletin vaktini heba etmekten daha kötü ne olabilir?Bunca iletişim imkanının, haberleşme ağının incir çekirdeğini doldurmayan mevzulara hasredilmesi bir tek bendenizi mi dertlendiriyor!Saçmalığın, pespayeliğin haber değeri hiç düşmüyor.Tv seyretmediğim halde internet üzerinden durmadan karşıma çıkan yarışma programları mesela... Niye karşıma çıkıyor? Sorunun saçmalığı ya da yarışmacının bilgisizliğine “haber değeri” sıfatı iliştirildiği için.Eskiden yarışma programları ile genel kültür ölçülürdü.

Bir milletin vaktini heba etmekten daha kötü ne olabilir?

Bunca iletişim imkanının, haberleşme ağının incir çekirdeğini doldurmayan mevzulara hasredilmesi bir tek bendenizi mi dertlendiriyor!

Saçmalığın, pespayeliğin haber değeri hiç düşmüyor.

Tv seyretmediğim halde internet üzerinden durmadan karşıma çıkan yarışma programları mesela... Niye karşıma çıkıyor? Sorunun saçmalığı ya da yarışmacının bilgisizliğine “haber değeri” sıfatı iliştirildiği için.

Eskiden yarışma programları ile genel kültür ölçülürdü. Çizgi film kahramanları üzerinden bilgi seviyesinin ölçüldüğü yarışma programları var artık. Çizgi film kahramanlarını bilmiyorsanız asrın dışına düşmüşsünüz.

Bilmenin insana ne gibi kazanım sunacağı meçhul saçma sorulu yarışma programlarının tek gayesi var: Seyircinin vaktini almak ve karşılığında hiçbir şey vermemek. Bu nasıl bir pazarlık bu nasıl bir alış-veriş!

Yarışma programları, akla ziyan zaman kaybı olarak ilerlerken; haberlere ne diyeceksiniz! Sadece necip ülkemizden değil, dünyanın dört bir yanından servis etilen cinayet, hırsızlık, tecavüz haberleri. Sanki bütün niyet ekran karşısında oturanların damarlarındaki kanın çekilmesini sağlamak.

Toplu taşıma araçlarına binince insanların yüzüne dikkat kesilin lütfen. Yabancılar şen şakrak, Türklerin bütün yüz çizgileri yere paralel. Alınlar kederden kırışık, dudaklar aşağı sarkık.

İki yoldan ilerliyor strateji: Ya korkutarak sindirmece ya da zevk safa haberleri ile kendinden geçirmece.

Nasrettin Hoca’nın saz çalışı misali herkes bir tel tutturmuş ha babam vuruyor aynı telin üstüne. Birbirine uzak dünyaları birbirine yaklaştırmak yok, haberin dili ile empati oluşturmak yok, sorumluluk bilincini harekete geçirme gayesi hiç yok.

Medya yöneticilerine teklif sunmaya kalksanız, böyle yapmayın bu bindiğiniz dalı kesmektir, ülkemizin enerji kaynakları yok bari insanımızın hayat enerjisini tüketmeyin demeye kalksanız daha cümlenizi tamamlamadan “Halk bunu istiyor” diye cevap verirler. Onlara göre ne kadar şiddet o kadar ilgi. “Halk bunu istiyor!”

Bu hep mi böyleydi?

Bu sorunun cevabını bir öykü üzerinden dikkatinize sunmak istiyorum. Necati Cumalı’nın “Halk Neyi Sever?” öyküsü üzerinden.

Anlatıcı babasının sofrasında karnını doyuran el harçlığını çıkarmak için günlük bir gazeteye kısa öyküler yazan bir delikanlıdır. Yazdığı öyküler “hafif” öykülerdir onlardan kazandığı para bir haftalık tütün parasına yetmektedir. (Günümüzde gazetelerde öykü yayınlanmıyor, öyküler ancak iki kapağın arasında bir araya getirildiğinde telife kavuşuyor.)

Anlatıcı, akşam yemeğinden sonra, sofra kaldırılınca yemek masasının üzerinde yazar öykülerini. Babası gazetenin ilanlarına varıncaya kadar her satırını okurken, annesi mutfakta bulaşıkları yıkarken.

Evlerine henüz deterjan girmemiştir. Annesi küllü suyla, sabunla iki üç kez yıkar bulaşıkları. Bulaşıkları yıkayıp odaya döndüğünde mangalın başına oturup oğlunun henüz bitirdiği öyküsünü dinlemeyi çok sever anne.

Anlatıcı bankada çalışan bir genç kızın, üç akşamdır kendisini takip eden adamdan kaçmak için mağazalara girip çıkışını her defasında adam tarafından takip edilişini, sonunda bir mağazadan ruj almak zorunda kalışını anlatır:

“Çantasında topu topu ay sonuna kadar otobüse, öğleleri birer sandviç yemeğe yetecek parası vardı. Üstelik doğru dürüst ruj da kullanmazdı. Bir çift çorap alsaydı, hadi neyse, ne gereksiz şeye gitmişti parası... Ne yapabilirdi? Başka çaresi yoktu ki! Oğlan girdiği dükkanın vitrinine neredeyse yapıştırmıştı yüzünü! Ona karşı da kurtarmak zorundaydı onurunu... Gelgelelim rujunu alıp dışarı çıkınca oğlanı yine karşısında görmez mi? Ağlayacak gibi olmuşken gülümseyivermişti...”

Anlatıcı yazdıklarından memnundur. “Gençliklerinin en güzel günlerini gündüzleri elektrik ışığı ile aydınlanan kapalı salonlarda, masa yığınları arasında geçiren o genç kızların dar gelirleriyle mutluluk arayışları, düşlere kapılmaları yazılmaya değerdi” diye düşünmektedir.

Okuduğu öyküyü kız kardeşinin ve annesinin beğenmesini beklemektedir anlatıcı. Beklediği beğeni gelmez. Annesi yazdıklarını saçma bulmuştur.

“Ne uğraşıyorsun bu saçmalıklarla” diye çıkışır oğluna. Oğlu hiç beklemediği bu tepki karşısında biraz bozulsa da “Dergileri yönetenler, yazı işleri müdürleri böyle öyküler istiyorlar ...” diye cevap verir.

Anne sorularından vazgeçmez.

“Neden?”

“Halk böyle istermiş. Bu tür konulardan hoşlanırmış...”

İşte o zaman anne halktan biri olarak ne tür konuları okumak istediğini anlatır oğluna. Zeytinyağı işçilerinin zor hayat şartlarına dikkatini çekerek onların hikayesini yaz der: “İki işçi aralarında bir tabak zeytinyağı, fabrikanın kapısı önünde kaldırıma oturmuşlar, ekmeklerini zeytinyağına banarak karın doyuruyorlardı. Biri, biz de hak etmediysek cenneti demişti kim hak eder?”

Anne bu konuşmayı anlatırken sesi titrer. Oysa kolay ağlayan biri değildir.

Oğlu itiraz eder. Tamam çalışma şartları kötüdür filan ama bunun nesi öyküdür? “Olay yok, başı sonu yok...”

Anne bu haksızlığın öyküsünün yazılması gerektiğinde ısrar eder.

Anlatıcı annesinin bütün ısrarına rağmen kararlıdır: “Gazeteler istemezler böyle öyküleri, dedim. Kim öykü der bu kadarına? Kim öykü diye okur, kim sever?”

Anne vazgeçmez.

“Ben okurum, Ben severim! Sen selam söyle o yazı işleri müdürlerine, halk ben değilsem, o işçiler değilse halk kim?

#Millet
#Çizgi Film
#Toplu Taşıma
#Anne