“Dünyada kalmak kolay bir şey mi sanıyorsun!”

04:005/02/2020, Çarşamba
G: 5/02/2020, Çarşamba
Fatma Barbarosoğlu

Hava soğuk. Ama biraz önce minibüse binen kadın ve erkek ile aynı mevsimi idrak etmediğimiz kesin. 50 yaşlarını tüketmiş olmalı ikisi de. Bir romandan ya da bir filmden çıkmış gibiler. Adamın başının ortasında tek bir tel saç yok. Ama ensesinde kalanları uzatıp örmüş. İnce bir örgü. Kadın kan kırmızısı saçlarını kısacık kestirmiş. Ne kadar kısa? Üç numara kadar kısa. Kadının parmak uçları açık, çorap desenli eldivenleri var. Kadının eldivenlerindeki desenler ile adamın ensesindeki desenler sanki

Hava soğuk. Ama biraz önce minibüse binen kadın ve erkek ile aynı mevsimi idrak etmediğimiz kesin. 50 yaşlarını tüketmiş olmalı ikisi de. Bir romandan ya da bir filmden çıkmış gibiler. Adamın başının ortasında tek bir tel saç yok. Ama ensesinde kalanları uzatıp örmüş. İnce bir örgü. Kadın kan kırmızısı saçlarını kısacık kestirmiş. Ne kadar kısa? Üç numara kadar kısa. Kadının parmak uçları açık, çorap desenli eldivenleri var. Kadının eldivenlerindeki desenler ile adamın ensesindeki desenler sanki kardeş. O desenlerin her an gösterilmesi gerektiği için mi bu yaka bağrın rüzgara karşı kendisini bir yelkenli gibi teslim edişi. O desenlerin içinde bir yelkenli resmi de var mı acaba diye merak ediyorum. Ama bakmıyor gibi bakarak o desenler içindeki yelkenli resmini görmem mümkün değil tabii. Böyle kendi içimde iç ses ve dış ses olarak diyaloğa girmiş iken ilk okuduğumda çok etkilendiğim sonra insanların bedenlerini afiş gibi boyamaları ile daha sık karşılaşır olduğumda ne olurdu bu türkünün geri kalanını da bilseydim dediğim o Kızılderili türküsünü hatırladım: “Baba, dünyanın resmini bedenimin üzerine yapsana”

Eduardo Galeano’un Aynalar kitabında rastlamıştım bu satırlara. Sonra her “yazılıp çizilmiş beden” ile karşılaşınca tekrar hatırladım.

Sırtlarında kallavi sırt çantaları ile kimseyi umursamadan konuşuyor altmış yaşına merdiven dayamış iki “dünyalı”. “Dünyalı” adını taktım onlara. Neden mi? Necip halkımın dört tane, aynenaynenaynenaynenaynen kelimesini ardarda tekerleme olarak sıralama başarısını, bu iki mevsim dışı vatandaş “dünya” kelimesi üzerinde gösteriyor.

Bir ara adamın “dünya bu, dünya Rüya dünya bu” cümlesi geliyor kulağıma. Ben ne demek istedi diye düşünürken kısa kırmızı saçlı kadın “dünya dünyalığını dünya bilinci olarak dünyevileştirmiş olabilseydi bambaşka dünya olacaktı tabii” diyor.(Bu kadarını aklımda tutamazdım hemen cep telefonuma kelime kelime kaydettim.)

Bizim için bir şey ifade etmeyen bu cümleler ikisi için çok derin anlam ifade ediyordu muhakkak. Belli ki uzun günler boyunca dünyanın dünyalığı üzerine akıl yorup fikir çıkarmışlardı.

Nerede ineceklerini, gidecekleri yere kadar nasıl bir “dünya dili” tutturacaklarını merak etmeme rağmen geleceğim yere geldiğim için onları arkamda bırakıp indim.

Düşüncemi yoğunlaştırmak için eve giden yolu uzattım. Hiç bilmediğim sokaklara saptım. Hiç bilmediğim sokakların hangi caddelere bağlanacağını merak ederek yürüdüm. Öğretmeni tarafından dünya kelimesini cümle içinde kullanarak bir sayfa kompozisyon yazma ödevi verilmiş ilk okul öğrencisinin telaşı ile, kulaklarımı dünyaya açtım. Yürüdüm yürüdüm. Bir tane dünya kelimesi gelmedi kulağıma.

Vakit akşama teslim olmuş, gökler alacanlanmış kuşlar son aydınlığın içinde kanat çırparken, akşam namazını cemaat ile kılmak için caminin yolunu tutmuş iki ihtiyarın konuşmasına kulak kesildim. Bugün var yarın yokuz gibi bir cümleyi bile dünya hanesine kaydedecektim. “Kaşık düşmanı brokoli almadan gelme dedi. Burada brokoli var mı?” diye sordu üç harfli marketi gösterip. “Orda brokoli olmaz. Pahalı marketlerde oluyor brokoli “ dedi arkadaşı.

Tam o anda yaşadığım semtin sokaktaki yoğunluğunun bir hayli azalmış olduğunu, insanların her vesile ile birbiri ile konuşmak için çaba sarfeden iletişim dilini terk edip, terk edilmiş bir şehrin donukluğuna düşmüş olduğunu derin bir keder ile fark ettim. Yanılıyor olmalıyım diye düşündüm. Biraz önce yaşlı adamın arkadaşına burada brokoli var mıdır diye sorduğu marketten içeri girdim. Dilimlenmiş ekmek, kapi biber ve olmazsa olmaz sakız paketimi alıp kasaya geldim. Kasadaki görevlilerin herkese hiç atlamadan hoş geldiniz ve iyi günler diyen hallerini yıllarca takdir ettiğim, ne mükemmel bir iş tanımları var diye yöneticilerini hayranlıkla izlediğim bu üç harfli marketteki elemanların yaşamıyor gibi yaşayan enerjisiz halleri dikkatimi çekti. Kasadaki genç kızın yüzüne baktım. Hiç iyi görünmüyordu. Uykusunu alamamış, boğazından tek bir sıcak lokma geçmemiş gibi bir hali vardı. Elleri ürünleri aldı, okuttu, tutarı söyledi. Para üstünü verdi. Sonra yine biraz önce çıkmış olduğu kabusun içine geri döndü. Madem kabustan uyanmak mümkün değildi yeni bir kabusun içinde kalmamak için en iyisi bildiğin bir kabusun içinde saklanmak der gibi...

Kasiyer kızın, benden sonraki müşterilerle iletişimini nasıl sürdüreceğini merak ettiğim için oyalandım. İki yaşlı kadın kasa önünde konuşmalarını sürdürdü: Bi “Herkesi yakıyorlarmış.”

“Onlar zaten yakılıyordu”

“Yanmak kötü”.

“Öldükten sonra ne fark eder!”

Kasadaki kız ağlamaya başladı. Gözyaşlarını siyah şalının uçları ile silmeye kalkınca “Onlar zaten yakılıyordu” diyen kadın kasiyer kıza bağırdı:

“Ne yapıyorsun sen öyle! Katiyyen olmaz. Sakın vücudundaki bir giysiyi yüzüne gözüne değdirme. Onlar mikrop yatağı.”

Cebinden bir dezenfektan çıkardı. “Önce ellerini bununla dezenfekte et bakiim.”

Kasiyer kız, emre itaat etti. Ellerini dezenfektan ilacı ile bir güzel ovaladı. “Şimdi şuradan bir mendil al” deyip çantasından kağıt mendil çıkarttı.

“Arkadaşı ay sen ne kadar tedbirlisin böyle!” dedi. “Tabii. Dünyada kalmak kolay bir şey mi sanıyorsun!!!”

“Dünyada kalmak”, yürüdüğüm yol boyunca zikir gibi tekrarladım. “Dünyada kalmak kolay bir şey mi sanıyorsun.”

Yaşlı kadın neden yaşamak dememişti de dünyada kalmak demişti. Kötü bir televizyon Türkçesinin etkisi ile mi böyle konuşmuştu yoksa derin bir tefekkürün izi ile yaşamak ile kalmak arasındaki farkı fark etmiş olmanın ... cümlenin sonunu getiremedim.

#Eduardo Galeano
#Brokoli
#Arkadaş
#Türkçe