I-
Yer Süleymaniye. Tam da Mimar Sinan’ın türbesinin önü. Sabah 10.30 suları. Etrafta turlarla gelmiş yerli ve yabancı turistlerin dışında henüz kimse yok.
Olanlar derhal dikkatimi çekiyor. Oturduğum bankın üzerinde, kameranın yakın çekimi gibi, gözümle gönlümle pür dikkat etrafa bakıyorum.
Önümden bir çift geçiyor. Genç kadın çarşaflı, ayağında kendisine en az iki numara küçük gelen terlikler var.
Yanındaki genç adam, muhtemelen eşi olmalı, kısa kollu bir gömlek, kapri pantolon/şort, oldukça kaliteli, basışı ile emniyet veren bir spor ayakkabı giymiş.
Kadın ile erkeğin arasındaki mesafe kadının yetişme çabasına rağmen giderek açılıyor. Mesafenin giderek açılmasını önlemek için çarşaflı genç kadın, ara ara koşar adım düzenine geçiyor.
Bir müddet sonra oturduğum yerden kalkmam icap ediyor, Süleymaniye’nin arka sokaklarında keşif gezisine çıkacağız. Birkaç dakika sonra, kaprili genç adam ve kendine iki numara küçük gelen terliklerin üzerindeki çarşaflı genç kadın ile tekrar karşılaşıyoruz. Aradan geçen zaman içinde genç kadının yüzünün bordo bir renk aldığını fark ediyorum. Ayağında kendine iki numara küçük gelen terliklerin üzerinden taşan topuklarına bakınca, herhalde diyorum ayakkabısını camide çaldırdı. Camide sahipsiz olan tek şey bu ayağına geçirdikleri olmalı.
Ben böyle düşünürken, ve camide ayakkabısının çalındığı gerçeği ile yüzleşen bir insanın haleti ruhiyesi gözümde canlanırken; arkamdan gelen iki kadının konuşmasıyla hayal dünyamın dışına düşüyorum.
“Bu adam bu kadını anlayamaz” diyor kalın bir ses tonu. Sesinin rengini ele vermeyen ama hemen itiraz edenlerde rastlanan o aceleci sözcük dizilimi ile kendini belli eden konuşmanın sahibi itiraz ediyor: “Sen de bunu hemen anladın. Uzmansın ya!”
“Uzmansın ya!” istihzanın her rengini barındıran bir söyleyişle çıkıyor ağzından.
Kendi aralarında tartıştıklarını düşünürken tartışmanın, tam da önümüzde eşine yetişmeye çalışan (erkek kardeşi olabilir mi?), kendisine iki numara küçük gelen terliklerin üzerinde seke seke yürümeye uğraşan genç kadınla, genç adama dair olduğunu anlıyorum.
Başkalarının hayatına müdahil olmaktan olağanüstü bir tat alıyoruz. Sanki her birimiz “elalem ne der?” deyimini haklı çıkarmak istercesine ağzımıza geleni ,aklımıza geleni hemen saçıyoruz ortaya.
Başkasının hayatını, başkasının hatalarını dile getirince kendimizden uzaklaşmayı başarmış mı oluyoruz?
Kendi hayatımızda göremediklerimiz/idrak edemediğimiz fakat bir iç sıkıntısı olarak yaşadığımız şeylerden böylece kurtulmuş mu oluyoruz?
Diyeceksiniz ki senin bakışının onlardan ne farkı var? Ben kadının ayağındaki terliğe, yani bir nesneye odaklandım. Yüzlerini görmediğim o iki sesin sahibi ise gördüklerinden bir NLP kitabı çıkarmanın telaşı ile kavga edercesine tartışıyordu. Önlerinde yürüyen genç insanı incitip incitmediklerini hiç dert etmiyorlardı bile.
O terliklerle yürümenin ne kadar ıstıraplı bir şey olduğunu dert ettiklerinden değil, kendi bagajlarında kayıtlı duran öfkeyi, alayı, başkasının hayatına dalarak boşaltmayı en tabii hakları saydıklarından pervasızca konuşuyorlardı.
II-
Başkalarının hayatına karışmayı seviyoruz. Hiç bilmediğimiz hayatlar hakkında ahkam kesmek milli sporlarımız arasında.
İki kadının başkalarının “aile saadeti” üzerinden tartışmasına kulak verirken dönüp arkama bakmadım. Kimdiler, nasıldılar? Merak etmedim. Onları ele veren kelimeleri, birbirlerine hitap ediş şekilleri, her türlü kıyafetten, fiziksel özellikten daha açıklayıcı idi.
Bir ara ikisinin evli olduğunu nasıl anladınız diye sormayı düşündüm onlara, sonra vazgeçtim.(Evli değil ağabey-kardeş iseler de erkeğin kadının çaresizliğine çözüm üretmesi, en azından daha yavaş yürümesi gerekmiyor muydu?)
Arkamdaki kadınlara, aklımdaki soruları sormadım. Çünkü başkalarına sormadan önce kendime soracağım soruları tüketmem gerekiyordu.
Özellikle yaz günlerinde oldukça rahat ve modern kıyafetler giyen erkeklerin yanındaki kadınların kıyafetine dair, zihnim algıda seçicilik oluşturmuştu, neden? Kışın kavi paltosunun içinde, iklim ile kendi bedeni arasına korunaklı bir set oluşturan erkeklerin çarşaflı eşleri ve kızları için empati yapıp yapmadığına odaklanıyordum? Niye odaklanıyordum?
Adalet duygusu mu? Yoksa imajlar savaşının ortasında hasar almış olmanın getirdiği bir refleks mi?
III-
Bauman, kimden olduğunu hatırlayamadığı bir tespiti aktarıyor :
“ İki kişi mesela A ve B kişileri, konuşurken bu konuşmaya altı kişi katılırmış: A ile B’ye ek olarak, B’nin A’daki imajı, A’nın B’deki imajı, A’nın kendisinin B’deki imajına dair imajı, B’nin kendisinin A’daki imajına dair imajı. Bunu kimin yazdığını hatırlamıyor olsam da bunu ilk kez okuduğumda bu gözlemin son derece doğru ve yerinde olduğunu düşünmüştüm.”
Toplumsal ilişkilerimizin giderek zorlaşmasının temelinde, bizdeki A’nın B’deki imajına A’nın ve B’nin aidiyet kimliklerinin medyaya yansıyan imajlarının da eklenerek “Onlar” ve “Biz” kombinasyonunun milyonlarca görüntüsü altında kişinin kendi hakikatine asla ulaşamamamız var diye düşünüyorum..
“Biz” ve “onlar” sadece ideolojik bir bölünmeye tekabül etmiyor. Erkekler ve kadınlar olarak da devam ediyor.
Velhasıl yalın bir insani hakikate ulaşmamız giderek zorlaşıyor.
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.