21. Yüzyıl’ın “en sıradan insanı” anneler ve çocukları mı?

04:0029/08/2018, Çarşamba
G: 29/08/2018, Çarşamba
Fatma Barbarosoğlu

I-Yaz tatili paranın katili” diyen bir Mazhar –Fuat- Özkan şarkısı vardı.Uzun bayram tatilleri de “bayramın katili” oldu. Bu uzun bayram tatillerinde insanları mutsuz edecek “paylaşım”ların başında tatil beldelerinde çekilip “paylaşılmış fotoğraflar” geliyor. Farklı yerlere gidemeyenler hiç olmazsa farklı bir aurası/ambiyansı (ne demekse?) olan “cafe”ye gidip “ben ve filan” etiketli görüntüler paylaşıyor.Hayatımıza giren sosyal medya paylaşımları ile her yerin “cafe” olması arasındaki etkileşime

I-

Yaz tatili paranın katili” diyen bir Mazhar –Fuat- Özkan şarkısı vardı.

Uzun bayram tatilleri de “bayramın katili” oldu. Bu uzun bayram tatillerinde insanları mutsuz edecek “paylaşım”ların başında tatil beldelerinde çekilip “paylaşılmış fotoğraflar” geliyor. Farklı yerlere gidemeyenler hiç olmazsa farklı bir aurası/ambiyansı (ne demekse?) olan “cafe”ye gidip “ben ve filan” etiketli görüntüler paylaşıyor.



Hayatımıza giren sosyal medya paylaşımları ile her yerin “cafe” olması arasındaki etkileşime dikkat kesilmiş durumdayım.

Mahallemizin dört bir tarafına her gün yeni bir “cafe”nin açılışına tanık oldukça ,açılan her yeni “cafe”nin kendi talep kitlesini oluşturmak üzere yaptığı “aksiyon” ları gördükçe, hayata düzenli olarak “cafe”lerden bakmaya karar verdim. Böylece doksanların ruhunu Ramazanname ve Otobüsname ile yakalamaya çalışan kalemim, 2000’lerin ruhunu “cafe”ler üzerinden görmeye odaklanacaktı.

Bir vesile ile yolumun düştüğü “cafe”lerde orada gördüklerimi hemen orada yazmam gerektiğine karar verdim. Çünkü 2000’lerin ruhu “hemen şimdi ve burada” üzerinden mayalanıp kabardığına göre gözlemlerimi ben de “hemen şimdi ve burada” kaydetmeliyim.

II-

Mekanın adı “Kahve Dükkanı”. Çoğunluk bahçede. İçeride birkaç kişi var. Dikdörtgen masada tam teçhizatlı olarak yerleşmiş 40 yaşlarında bir kadın oturuyor. Skype üzerinden görüşme yapıyor olmalı. Kulağında kulaklık. Kendisini ortamdan yalıtmış bir şekilde konuşmasını sürdürüyor. Bir müddet onu seyrettim. Ne kadar rahat. Kendi evinde olsa ancak bu kadar rahat olabilir. Etrafı görmüyor. Etraf tarafından görülüp görülmediğini umursamıyor. Bir taraftan ona bakıyorum bir taraftan da ona bakıyor olmamın mahremiyet ihlali olup olmadığını düşünüyorum.

Kamusal bir mekanda, bir masaya oturarak kendi özel alanımızı inşa etmiş mi oluyoruz?

Bizim masamıza bakmaya devam edenler, özel alanımızı ihlal mi etmiş oluyor?

Gözümü skype ile görüşen kadından ayırdığımda, tek sıra halinde yürüyen ve önlerindeki devasa boyutlardaki bebek arabasını süren, üç genç kadını gördüm. Benim masamın yanındaki masaya gelip oturdular. Kulağım onlarda. Duyduğum cümle kırıntılarından hiçbir veri elde edemiyorum.

“Benim eşim Cumartesi günü için yaşıyor” adeta diyor diğer iki anneye göre daha minyon olan kumral anne .

Siyah at kuyruklu olan kayınvalide ve kayınpederinden bahsediyor. “Çok genç mi evlenmişler?” diye soruyor ikisi birden. Bu soruyu sorduklarına göre bunlar akraba değil. İş arkadaşı mı? E nasıl oldu da aynı anda bebek sahibi oldular?

İkisi arkadaş üçüncü yabancı diye bir tez geliştiriyorum. Ama duyduğum cümle kırıntıları bu tezi beslemeye yetmiyor.

Ne yapayım bu yazı yarım mı kalsın şimdi? Kafelerden “zamanın ruhunu yakalama” projem doğmadan ölsün mü?

Bütün cesaretimi toplayıp “Affedersiniz, söylemeden edemeyeceğim, üçünüzün aynı anda bebek sahibi olması ne hoş” diyorum.

Bu şaşkınlık ile sıkça karşılaşıyor olmalılar ki şaşırma frekansımı yarıya düşürecek gerçeği söylüyorlar gülerek: “Biz üçümüz da hamile pilatesinden arkadaşız.”

İyi ki cesaretimi toplayıp çiçeği burnunda annelerle iletişime geçtim diye kendimi tebrik ediyorum. Kendimi tebrik etmek yetmiyor onlara da aynı şeyi söylüyorum. “İyi ki sordum. Hayatta aklıma gelmezdi. Hamile pilatesi bir anlamda annelik muhiti olmuş öyle mi?” diyorum, gözlemini acele bir şekilde bir kavrama emanet etmek isteyen telaşlı sosyal bilimci edasıyla. Muhit kelimesi bir şey ifade etmiyor. Aynı anda çocuklarınızın eylemlerini paylaşacak arkadaş edinmeniz açısından diye bir açıklama getiriyorum. “Yani” diyor üçü birden. Yani ile sohbetin devam etmesi imkansız. Yeni bir teşebbüste bulunup “anne bloger”ları takip edip etmediklerini soruyorum. Şevkle cevap veriyorlar. Bıraksam saatlerce anlatabilirler.

Başkalarının anneliğini okumayı çok seviyorlar. Niye seviyorlar?

Tereddütte kaldıkları bir konuda takip ettikleri blogerlara mı bakıyorlar yoksa anne ya da kayınvalidelerine mi soruyorlar?

Özel eğitim öğretmenliği yaptığını öğrendiğim taze kumral anne “Annemin ya da kayınvalidemin müdahale etmesinden hoşlanmıyorum” diyor.

“Annenizin ve kayınvalidenizin yetiştirdiği çocuklar ortada” diye bir cümleye başlamışken üçü birden etrafa bakınıyor.

Ortada duran birini aradıklarını neden sonra anlıyorum. “Eşinizi ve sizi kast ettim diyorum.” “Haaa” diyorlar cümlemi çok anlamsız bulduklarını ima eden yüz ifadesi ile.

Onların yaptıklarını desteklersem şevkle cevap veriyor üçü birden, birbirlerinin ağzından cümleleri yeri düşürmeden bayrak yarışçısı gibi alarak adeta. Ama farklı bir şey söylersem...Onları kendileri ile yüzleştirecek bir cümle mesela, “hayırhayırhayırhayır kesinlikle öyle değil!” diye cevap veriyorlar. İçlerinden biri derhal kendi itiraz noktasını dillendirmeye başlıyor, diğer ikisi aynı anda aynenaynenaynenaynen diye itiraza destek oluyor.

İtirazın ilk cümlesi her defasında kesinlikle öyle değil diye başlıyor. Kesinlikle öyle olmayanın ne olduğunu anlamama imkan yok. Ama onlar birbirlerini bir kaç klişe cümle ile mükemmel anlıyor. “Aynenaynen” diyorlar , “sıkıntı yok” diyorlar. “Eyvallah” diyorlar.

Klişelerle süren diyalog bil bakalım ben şimdi neyden bahsettim yarışmasına dönüşüyor. Yavaşça çantamda gezdirdiğim kitabıma dönüyorum. Oysa buraya sadece yazmaya gelmiştim. Gördüğüm, tanık olduğum, hissettiğim ne varsa yazacaktım.

Kitabıma döndüm. Kitabım, Oya Köymen’in 2008 yılında yayınladığı Kapitalizm ve Köylülük.

Önsöz şöyle başlıyor: ‘Tanınmış tarihçi Hobsbawm’un 20.yüzyıl üstüne, gazeteci Antonio Polito’yla yaptığı uzun söyleşinin bir yerinde Polito şu soruyu sorar: “20.yüzyıl ‘sıradan insanların’ yüzyılıydı; sizce yüzyılın sıradan insanını kim temsil ediyordu? Hobsbawm şöyle cevap verir:

“20.yüzyılın başında toprağından geçinen köylü tipik bir insanoğluydu. Ama 20.yüzyılın sonunda artık değil.(...)Yüzyıl boyunca işçi sınıfı hızla büyüdü,(...) yüzyılın üçüncü çeyreğinde zirveye erişti. Ama şimdi boyutu ve etkisi hızla azalmakta.(...)Batı Avrupa, ya da ABD için ofis çalışanı akla gelebilir ama dünyanın çok büyük alanları için bu geçerli değil.(...)(20.yüzyılın sonu için) tipik sıradan insan, anne ve çocuklarıdır.”

Keşke toprağı bol olasıca Hobsbawm hayatta olsaydı ve bloger annelerle “yeni nesil annelerin” iletişimi ve etkileşimi üzerinden Antonio Polito’ya söylemiş olduğu görüşlerini gözden geçirerek yeni bir izah sunsa idi bize.

#Anneler
#Çocuklar