Sokaktaki “yeni insan” ve yeni sokak dili

04:0026/07/2024, Cuma
G: 26/07/2024, Cuma
Fatma Barbarosoğlu

Neye uğradığımı şaşırdım. Omuzuma dokunup tarihî dizileri izleyip izlemediğimi sordu. İzlemiyorum diyecektim ki... O benim ne cevap vereceğimi zaten biliyor olduğundan hareketle tarihî dizi izlemenin ne kadar önemli olduğu meselesini ayaküstü korsan konferans olarak sunmaya başladı. İyi ki cevap vermemişim diye şükrettim. Muhatabım dur durak tanıyacak gibi değil. Oysa anlattıklarını dinlemek için ne zaman ne mekân ne de karşısındaki özne müsait. Çok yalnızlık çekiyor olmalı diye düşünüp sabrın zırhını


Neye uğradığımı şaşırdım. Omuzuma dokunup tarihî dizileri izleyip izlemediğimi sordu. İzlemiyorum diyecektim ki... O benim ne cevap vereceğimi zaten biliyor olduğundan hareketle tarihî dizi izlemenin ne kadar önemli olduğu meselesini ayaküstü korsan konferans olarak sunmaya başladı. İyi ki cevap vermemişim diye şükrettim.

Muhatabım dur durak tanıyacak gibi değil. Oysa anlattıklarını dinlemek için ne zaman ne mekân ne de karşısındaki özne müsait. Çok yalnızlık çekiyor olmalı diye düşünüp sabrın zırhını kuşandım. Bana bunları niye anlatıyorsunuz ya da sanırım beni birine benzettiniz demek yerine sanki kırk yıllık dostmuşuz da biraz önce yarım kalmış olan sohbeti bu altı metrekare dükkânda devam ettirmemiz şartmış gibi… Öylece dinledim onu.

Fakat korsan konferansın sonunda onun istediği kıvama gelmem gerekiyor. Muhatabım kararlı. Tarihî diziler candır dememi bekliyor. Dememe gafletinde bulunursam vay geldi başıma.

“Zevkler ve renkler tartışılmaz” diye bir hüküm dolaşır ortalıkta ama bizde en çok tartışılan zevkler ve renklerdir.

Tarih öğretmeni hanımefendi, “Çocuklarıma tarihi, bizzat bu dizi filmler üzerinden sevdiriyorum” diye yeni bir bahis açıyor. Doğrudur. Dizideki tarih ile tarihteki tarih arasındaki bağlam ve yorum farkına girmenin bir âlemi yok.

Kimin neyi nasıl sevdirdiğine dair tartışmak mı? Aman aman!

Bir an önce bu minik dükkândan çıkmak, çiçekçi kızın tezgâhındaki çiçekleri koklayıp gelen geçene bakmak, insanların, kurumuş toprağa can suyu gibi gelen bu hafif, bu latif rüzgârı ciltlerinde nimet gibi hissedişlerini görmek istiyorum.

Her şey nasibi ile. Zaman dahi... Nasip, günlük paketini açmadan gitmeyecek belli ki.

Tarih öğretmeni hanımefendi “Sustuğunuza göre benimle aynı fikirde değilsiniz o halde!” dedi. Tarih öğretmeniyim dememişti esasında. Ben niye onu tarih öğretmeni olarak düşünmüştüm. “Çocuklarım” ifadesi yüzünden mi? Öğrencilerini değil, kendi çocuklarını kastediyordu belki de.

Niye insanlar günlük hayatta kendilerini bir tartışma programına katılmış “yorumcu” gibi konumlandırmak istiyor? Kadın, otoriter bir eda ile, yukarıdan yukarıdan bastırdıkça onun bu baskın edasını tasvirlerle etkisiz hale getirmeye çalışıyorum iç âlemimde.

Dışıma suskunsam da iç âlemimde bir hayli cevvalim. Şöyle diyorum kendimden kendime ulaştırdığım sohbet linkinde:

 “Sizinle tanışmıyoruz. Şurada kitap ödünç alma paydasında buluştuk sadece. Ben işini seven insanların iyi niyetle ve şevkle neler yapabileceğini düşündüm. Ama bu ödünç kitap veren minik yerdeki genç kızın kitaplarla bir işi yoktu. Sistem çalışmıyordu, elektrikler kesikti... Görevli kızın değil aidiyet hissetmek, işi ile en ufak bir teması bile yoktu. Vakit dolsa, çıkıp gitse... “Ödünç kitabı zamanında getirmeyince ne olur?” soruma “Geç kaldığınız süre kadar bir müddet ödünç kitap alamazsınız” dedi. Böyle sistem mi olur? İşlemesin diye oluşturulmuş gibi. “Dükkânı kapattık çünkü bizim insanımız ödünç kitap alma adabından yoksun” demek için yol yapılıyor sanki.

Margaurette Yourcenar’ın hapishanelerle ilgili kitabını burada görmeyi ummuyordum. Şevk ile aldım. Birkaç kalem kitabın bulunduğu bu mekân sürprizlerle doluydu. Rafların fotoğrafını çekiyordum, siz benim vaktimi işgal etmeden önce. Ayla Kutlu’nun Cadı Ağacı ile Zaman da Eskir kitaplarının arasında Mustafa Kutlu’nun Yoksulluk İçimizde’si. Onların yanında yazarını tanımadığım Bir Geçmiş Düşü. Can Kozan-oğlu’nun Yalan Yıllar’ı.

Hangi kitap kimin yanına yakıştırılmış diye ipucu ararken çıkıp geldiniz siz, o iki arkadaşınızla. İkisi hiç konuşmadı. Zaten onlar birkaç saniye sonra kendilerini dışarı atıp sizin korsan konferansınızın bitmesini açık havada bekledi. Onlar çıktı, ben sizin elinizde stres topu gibi kaldım, bu küçücük mekânda.”

İç âlemimde kendimle kurduğum diyaloğun farkına varmış gibi mesleğimi sordu. Emekliyim, dedim. Öğretmensiniz herhalde, dedi. Evet deyip dışarı çıktım.

Çocuklarına, diziler üzerinden tarihi sevdirdiğini söyleyen hanımefendi, dışarıda da rahat bırakmadı beni. Banka oturup aldığım kitaplara bakacaktım. Bir kitabın sayfalarına bakacaktım, bir yoldan geçenlere. Ama ne mümkün. Gelmiş geçmiş bütün tarihî dizileri tek tek sordu. Seyretmedim dedikçe dellendi. Ne yapayım, bazılarının adını bile duymamıştım.

Baktım yakamı kurtaramıyorum “Mahmut Yesari’nin Hanife Hanım’ın İstanbul Maceraları diye bir kitabı var. 1930’ların İstanbul’unu anlatıyor.” dedim.

Ödünç kitap veren kitapçıyı kastederek “İçerde var mı?” dedi. “Bilmiyorum.”

“Niye söyledin o halde?” (Ben ona siz diye hitap ediyorum, o bana gayet buyurgan edada SEN diyor. Bir insan bu kadar mütecaviz olamaz. Belki de kamera şakası. Birazdan günün en sabırlı kişisi seçildiniz diyecekler.)

“Hanife Hanım Roman Okuyor diye bir bölüm var. Benim tarihî dizileri izlemeye kalkmam Hanife Hanım’ın roman okuması gibi oluyor” diyecektim. Vaz geçtim. Çünkü muhatabım bir sohbetin içinde durarak dinlemek ve dinlenmek peşinde değil. Başa belâ ikna derdinde.

“Çocuklarınıza tarihi, dizi filmler izleterek öğretmeniz ne güzel, sizi çok takdir ettim. Günümüzde böyle öğretmenler/ebeveynler kalmadı artık.” gibi cümleler duymak istiyor. Kimden? Benden, yani hiç tanımadığı birinden. Bir kitapçı dükkânında karşılaştığı için “kısmen aydın” olduğumu varsaymıştı. Ayrılırken böyle dedi. Bana değil yanındaki o iki arkadaşına. Kendisiyle her fırsatta araya mesafe koymaya gayret eden o iki arkadaşına.

“Bu ülke bitmiş. Kitap okuyanın bile bir şeyden haberi yok.”

Kimi kast etti? Beni.

Bu satırları niye sizin dikkatinize emanet ettiğime gelince... Gündelik hayatın çok sıradan anları bile insanların her vesile ile, her halükârda gerilim ve gerginlik üretmelerine sahne oluyor.

Yeni sokak dili, bağlamından kopuk sorular, pespaye kişisel gelişim tavsiyeleri, ille de ben haklıyım diyen ekran yobazlığı üzerinden inşa oluyor.

Benim yerimde başka biri olabilirdi ve dur bakalım arkasından ne çıkacak diye sabrı ilmek ilmek örmeye takati yetmeyebilirdi. Bir tartışma çıkabilirdi. İki kadın arasındaki tartışmanın kaynağını kimse bilemeyeceği için, sosyal medyada olay kim nereden etkileşim almak istiyorsa oradan servis edilirdi. Kimisi “Başı açık kadın ile başörtülü kadın…” derdi, kimisi “Aşırı sıcaklar insanları saldırganlaştırdı!” derdi, kimisi “Yabancı karşıtlığı yüzünden çıkan tartışma…” derdi... Allah ne verdiyse, ortaya karışık.

Velhasıl pek çok “haber”, bizi hakikatin kaynağından nasıl uzaklaştırıyorsa bu sokak olayı da öyle uzaklaştırırdı.

#Toplum
#Aktüel
#Fatma Barbarosoğlu