Ben onu duymazdım. Ben onu görmezdim. Ben onu...
Önce duydum. Sonra dönüp baktım. Bakınca… Kulağındaki alete, cep telefonu denen nesneye derdini döküşü içimi oydu.
Ben onu duymazdım. Duyacak halim yoktu esasında.
Hastaneden ayrılırken bugün banka işlemi yapmayın dediler. Evrak filan doldurmayın. Banka ile ne işim olur. Hastane personeli en mühim işler bahsine bir tek imzayı koymuştu. En tehlikeli imza nerede olur? Bankada mı?
Esasında bugün hiç kimseleri dinlemeyin, kimsenin hikâyesine bodoslama dalmayın da demeleri gerekiyordu.
“Sizi eve götürecek kimse var mı?” dediler. Var demedim. Yok da demedim. “Ben giderim” dedim.
Oysa ne zaman “Ben giderim.” dediysem gidemeyen olmuştum.
(Giderim ben demiştim. Gidememiştim. İlkokul, birinci sınıf. Ertesi gün kurabiye getirme sırası bende. Un, yağ, şeker götüreceğim, evde kurabiye yapılacak, sonra onu okula getireceğim. Unu ve yağı elime tutuşturan abla “Gidebilecek misin?” demişti. “Giderim” demiştim. Gidebilecek misin, diye sorduklarında gidemeyeceğimi gördüklerini biliyordum demek ki. Kolunda sınıf başkanı bandı olan okulun en uzun saçlı kızı “Ben yardım ederim” dedi. Başkanlar yardım ede ede başkan oluyor diye düşünmüş müydüm o sıra? Sınıf başkanı uzun saçlı abla, unu ve yağı eline aldı, benim elime şeker paketini verdi, okulun kapısına kadar götürdü. Paketleri orada bıraktı. Ne yapacağımı sormadı bile. Demek ki onun görevi okulun kapısına kadardı. Servislerin olmadığını görmedi mi? Benim o yüklerle ne yapacağımı hiç düşünmedi mi?
Elimde kendimin iki katı kadar yükle okul duvarının üstüne oturup beklediğim sahne, benim ilk gidemeyişimin sahnesi idi. Gidememeyi derinden öğrendiğim ilk sahne. Hazırsın, ama gidemiyorsun. Bekliyorsun, ama kimi beklediğini bile bilmiyorsun.
Hastanede “Ben giderim” diyen sesim kulağıma başka türlü geldi.
Öyle başka türlü geldi ki, sanki yıllar öncesinin ikmalini yapıyordum. Bir kere gidememiştim ya, bundan sonra hep giderdim. Ne zaman nereye olsa giderdim. Bu dünyadan da gidecektik. Ve bir sürpriz gibi her nefesin sonunda bizi bekleyen bir ölüm ile gidecektik.
O sıra minibüste derdini telefona döken kadını dinlerken başkasının hikâyesine kendimi kilitliyor olduğumu fark etmeksizin yeni bir gidemeyiş destanı yazıyormuşum meğer.
“Yatak odası eskidi. Götürülecek bir tarafı yok. Eşyalarını iki bavul yaptı işte. Belki bir ev bulur. Yok ikimizin de kavga edecek hali kalmadı. Ne o mal mülk istedi ne ben.”
Kadının neden sonra oğlu ile konuştuğunu anladım.
“Gece dörtte uyandım. Sen yoktun. O da yoktu. Öyle gecenin içinde bekledim.” (Kadın niye baban demiyor da o diyor.)
“Görüşeceğiz tabii. Daha sana kız istemeye Beyşehir’e gideceğiz.” (Biraz önceki o, şimdi bir öznenin biz hali mi oldu?)
“Sen kıza daha önce evlenip ayrıldığını söyledin değil mi?
Ama kızın bilmeye hakkı var. Annem babam da iki hafta önce boşandı de. Hayır hayır bilmeye hakkı var.”
“70 yaşında boşanan ilk biz miyiz? Sanmıyorum.”
Kadının hikayesine dalan kulaklarımla gidemeyeceğimi, onun hikâyesinin içinde akmaya başlayıp, akmak ne çırpınmaya başlayıp gidemeyeceğimi bilmiyordum.
Bugün bankaya gitmeyin demişlerdi bana. Bugün herhangi birinin hikâyesine girmeyin, kimselerin hayatına karışmayın dememişlerdi. Nasihatlerin, uyarıların da kişiye özel olması gerekiyor değil mi?
Minibüsten indim. Tadilatçı dükkanına gidip oturdum. Hiçbir şey sormadan su verdi, gönlü gani, kalbi altın terzi. Eve telefon ettim, “Gelin beni alın.”
Okuduğunuz metni 2012 yılında “o ağır sohbet” adını verdiğim dosya için kaleme almıştım. O ağır sohbet başlığını açma sebebim gündelik hayatın “şok, şok” değişikliklerinin kaydını tutmak içindi. O sıra kurumun iftar davetinde hafız olduğunu öğrendiğim mesai arkadaşımın ebeveynlerinden bahsederken “Aynı eve sığdıramıyorduk ama artık aynı şehre de sığdıramıyoruz. Farklı evlerde olsalar bile çok kavga ediyorlar. Çareyi farklı şehirlerde yaşamalarında bulduk.” diye dertlenmesini sadece onların ailesine mahsus bir sıkıntı zannetmiştim.
İftar sofrasındaki “o ağır sohbet”ten sonra zihnime yaşlı çiftlerin hayat arkadaşlığına dair bir dosya açılmış olduğunu minibüsteki o “kulak misafirliği” sırasında fark ettim ve sıcağı sıcağına kayıt altına aldım.
2022 yılında Nazife Şişman ile yaşlılık ve yaşlılar üzerine bir kitaplık söyleşi yaptık. (Ne zaman okuyacaksınız? Kitap bizim elimizden 2022’nin yaz mevsiminde çıktı. Her şey nasibi ile...) Yaşlıların hâl ve vaziyetine dair, “Nerede o eski yaşlılar!” söylemine hapsolmayan, iyi bir izlek oluşturduğumuzu düşünüyorum.
Yıllar öncesinde kalmış “o ağır sohbet”i bu hafta yayınlama sebebime gelince... Belediye hizmeti olarak danışanlarına psikolojik destek veren genç bir hanım sosyal medya üzerinden şimdiki yaşlıların duygu durumu ile ilgili olarak benimle konuşmak istediğini söyledi. “Konu neydi?” dedim “Günümüzün yaşlıları neden olgunlaşamıyor da ham kalıyor?” dedi.
“Eskiden de herkesin aynı olgunluğa eriştiğini söylemek mümkün değil. Sizin ham dediğiniz şey nedir?” Ham dediği konu, 75 yaşındaki çiftlerin boşanmaya kalkması ve evlatlarının da kendisinden yaşlı karı kocaları boşanmaktan vazgeçirmesini istemesi imiş. “Geleneksel aileler ve yeni sorunlar konusunda bunaldım.” dedi.
Ortalama ömrün kadınlar için 40 yıl olduğu tarım toplumundaki evlikler üzerinden günümüze yansıtma yapmaktan ziyade uzayan ömür bahsini düşünmesini salık verdim. Yani psikologların da sosyolojik bakış açısına sahip olması gerektiğini söyledim.
Hal ve vaziyet böyle. Sizi önce bir metnin yazılış hikayesine sonra da yayınlanış hikayesine konuk ettim.
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.