Geçen hafta bu köşede okuduğunuz isimlere dair yazı, kıymetli okuyucularım tarafından fazlasıyla ilgiye değer görüldü. Meclislerde konuşuldu, konuşulanlardan bana da ikram edildi. Ama içlerinden biri, ikramdan öteydi. Yıllarca Dergâh Dergisi’nde denemelerinden çok şey öğrendiğim, bir devrin duygusunu ve bilgisini muhafaza eden, Nurettin Topçu’nun öğrencilerinden Muzaffer Civelek (1941-Allah uzun ömürler versin), bendenize sadece arkadaşlarıyla paylaştığı bir metni gönderdi. Yaklaşık 14 sayfalık metin beni çok heyecanlandırdı. Metnin ilk üç sayfasını kendisinden izin alarak sizlerin istifadesine sunmak istedim.
Buyurun:
Eski Radyo Günlerinden Nurettin Topçu’ya
“Çocukluğumun ve ilk gençliğimin ‘radyo günleri’… Ne yazık ki hafızam bana pek yardım etmiyor. Yine de birkaç ismi, birkaç sesi çok uzaklardan yanıma çağırıyorum. Feridun Fazıl Tülbentçi ‘Tarihten Bir Yaprak’ta konuşuyor, Eşref Şefik bir güreş müsabakasını canlı yayında anlatıyor. ‘Minval’ kelimesini ondan öğrendim. ‘Güreş aynı minvalde devam ediyor’ dediğinde müsabakanın heyecansız temposunu kolayca anlardık. Radyoda futbol maçlarının duyduğum ilk anlatıcısının ismini nedense hiç unutmadım: O, Muvakkar Ekrem Talu idi. Ne muhteşem, âbide gibi bir isim değil mi? ‘Muvakkar’ tahmin ettiğim gibi ‘vakarlı’ demekmiş. Onun tanınmış edip bir Osmanlı ailesinin çocuğu, torunu olduğunu sonradan öğrendim. Doğrusu, 1950’lerin Türkçesiyle maç nasıl anlatılırmış şimdi merak etmiyor değilim. Daha sonra futbol maçlarını anlatan Sulhi Garan’ın helecanlı anlatışına nispetle rahmetlinin ağır, oturaklı kişiliğini merak ettiren bir sesi vardı. Genç sayılabilecek yaşta ölen Muvakkar Ekrem Talu’nun ‘ismi ile müsemma’ bir zat olduğunu düşünmüşümdür hep. Sonraki yıllarda ‘muvakkar’a kardeş bir sıfatı, bir hocamızın isminde gördük: Vakur Versan. Zaman geçtikçe ‘vakar’ ve ‘vakur’ kelimeleri bize hissettirmeden, ayakuçlarına basa basa sessizce aramızdan ayrıldılar, belki de ‘gemiler geçmeyen bir ummana’ düştüler. Sanki ‘vaakar’ ve ‘vaakur’ diye telaffuz edilmekten korkup da çekip gitmiş gibi…
Çocukluğumun, gençliğimin komşu kadınları bir yerlerde yaşıyor olmalılar. Eğinli ev sahibemiz Refika Hanım basma entarisinin cebine koyup dağıttığı şeylerle kim bilir şimdi nerede çocukları sevindiriyor? Refika Hanım ne kadar iyilik sahibi bir eş ve komşu idi. Halamın komşusu yumuşak yüzlü Râdiye Hanım’ın isminin anlamını çok, çok sonra âyet-i kerimelerde görüp öğrenir gibi oldum. Alt kattaki komşumuz Merzuka Hanım’ın ismi ile akraba olmalı. Bu isimler, neredeyse şimdilerde unutulmuş bu isimler, ölümlü bedenlerin bıraktığı ölümsüz kelimeler halinde kalbimde yaşıyor. İçimde onların bilinmez bir gelecek zamanda aynı isimlerle çağrılacağına dair bir itminan duygusu uyanıyor.
Radyo günleri yitik zamanların yitik isimleriyle ve daha çok şarkılarla birlikte bir kelebek gibi hafızama konup uçuyor. Evet, yitik veya anlamı yitmekte olan isimleriyle… Hatta yitik sesleriyle… Radyonun kulağını büküp Mefharet (iftihar, övünme) Yıldırım’dan dinliyoruz: ‘Söyle sevgili, sevgili söyle /Söyle bana göz bebeğim’. Müzehher (çiçeklenmiş) Güyer kayıp giden zamanın hüznünü terennüm ediyor: ‘Bir mevsim o yollardan, o yaz bahçelerinden /Günler vererek el ele hülyâ gibi geçti /Yapraklar uçarken kuru dallar üzerinden…’ Sesini billur pırıltılarla yükseklerden dökülür gibi içimize akıtan Sabite (yerinde duran yıldız) Tur Gülerman söylüyor: ‘Erişti nevbahar eyyamı /Açıldı gül-i gülşen’ veya ‘Geçti hayal içinde bunca yıl bir gün gibi /En eski hatıralar daha henüz dün gibi’.
Daha nice yiten ve yitmekte olan isimler… Râdife Erten, Mülkiye Toper yine ‘Dinlendi başım dün gece bir parça dizinde’yi söylüyor. Râdife ne demek, Mülkiye ne demek bakmak lâzım. İclâl gibi, İffet gibi akrabası Afife de çok güzel bir isimdi. İstanbul Yeşildirek’te halamın komşusunun ismi. Bu güzel, şimdi ne yazık ki yitik isim, eski radyo günlerinden kalan Afife (iffetli, namuslu, temiz) Ediboğlu’nun yumuşak, kusursuz söyleyişli sesinde yaşıyor; hüzünlü bir serzenişin koynuna dökülerek: ‘Hâtırımdan çıkmaz asla ahd ü peymanın senin’.
O yılların radyo şarkıları kırık kalblerin, kedere bulanmış hatıraların terennümleriyle doludur. İsmi ötekiler kadar nisyana karışmamış Müzeyyen (ziynetli, süslü) Senar, yıkıntıları kalmış mazinin hayal kırıklığını bize de sirayet ettirir: ‘Bir zamanlar maziye bak ne kadar şendik /İkimizin mesut olmak emeli vardı’. Mediha (övülen demekmiş) Demirkıran’ın söylediği ‘Doğuyor ömrüme bir yirmi sekiz yaş güneşi… /Avucundan alırım kış günü yaz ateşi’ şarkısı gerçekten ruhumu hep bir güneş gibi ışıklarla doldurur. Zira yirmi sekiz yaş, ömrümün güneşi olan hayat arkadaşımla uzun bir yolculuğa çıktığım yaştı.
Yitik isimlerin yanına yitik bir kelimeyi de yerleştiriyorum: ‘Tahassür’. Tahassür ne demek? Sözlük basitçe ‘özlem’ diyor, fakat özlem, zayıf bir alev gibi; tahassürün içindeki kuvvetli hasreti karşılamıyor. Birçok eski şarkı köklerini ‘özlem’den daha derinlere salmışlar.
Radyodan Meral Uğurlu’nun sesi geliyor: ‘Hatırla mâzi-i mes’udu sen de ben gibi yan.’ Sonra ötekiler…: ‘Bu yıl yine ada sensiz içime hiç sinmedi /Koyda sensiz dolaştım hep gözyaşlarım dinmedi’ veya ‘Körfezdeki dalgın suya bir bak göreceksin /Geçmiş gecelerden biri durmakta derinde’. Bu şarkıları çok sevdim. Zira, hepimizin içinde az veya çok bulunan, yine yitik bir kelime, ‘mâziperestlik’ damarını kanatıyordu. Mâziperestlik mi? Bazen hatırlamak istemesek de içimizde geriye doğru akıp duran bu ırmağa dalıp sık sık acılarla karışık haz devşirdiğimiz olmuyor mu?
Radyoda hoşlanmadığım şarkılar yok muydu? İkisi ‘taşlı’ bir şey: ‘Arabaya taş koydum’ diğeri ‘İlimon ektim taşa.’ Nedense bunlar o nâhoş ‘Zeytin yağlı yiyemem aman’ gibi çok çalınırdı. Fakat bunların dışında Muzaffer Sözeri ve Neriman Altındağ Sözeri’nin adını duyduğumuz ‘Yurttan Sesler’ saati içimize ötekilerden başka ışıklar serpen sevilen bir radyo programı idi. Burada çalınan söylenenden biri olsa gerek, ‘Cevizin yaprağı dal arasında /Güzeli severler bağ arasında’ türküsü dilime nasıl konmuştu da onu yüksek sesle söyleyip dururdum, hâlâ anlamış değilim. Rahmetli annem oğlunun, güzel olmasa da bu heyecanlı söyleyişinden pek hoşlanırdı.
Hoppa ve şakrak olanları bir tarafa koyarsak sonraki yıllarda bir bakıma tabiatın da çocuğu olan, insanın iç sızılarını yükselten tahassürle, özleyişlerle kavuşma emelleriyle sevdalı bazı türküleri de çok sevdim. Şehirlerden çok uzakta, hatta ıssız kırların derinlerinde saza ve söze gelen o hicranlı türkülerde ilk akşamdan bir ay doğar, dağların, yolların ve de çaresiz bir aşkın üşüdüğü bir kış göğünde ayın şavkı vurur pencereden bacadan. Ezgisi sözleri gibi çok acılı ve kırgındır. Başka bir türküde kalbini verdiği sevdicek, zöhre yıldızı gibidir, geçerken surat asmaz, suratı düşmez, lâkin bunların yerine Türkçemizin harika deyişiyle, kaşlarını yıkar da geçer. Türkülerde incecikten bir kar yağar, tozar Elif Elif diye. Murada ermeyen sıkılmış gönül, hür göklerde keklik gibi kanadını süzemediğini acıyla dillendirir. Kanadı kırılmış, kafesinde daralmış gönül kuşu ise başını kaldırır sitem çığlığı atar: ‘Allı turnam ne gezersin havada?’ Ve bir Erzurum türküsü: ‘Huma kuşu yükseklerden seslenir… /Sen ağlama kirpiklerin ıslanır /Ben ağlım ki deli gönül uslanır’. Ebedî, ölümsüz merhamet ve sevgi bu seslerden, bu sözlerden daha bir yüce deyişle nasıl ifade edilebilir?
Türkülerdeki dağlar, ah dağlar! Şu yüce dağları duman kaplamış. Karlı dağlar! Karanlığın bastı mı? Dağlar dağlar viran dağlar. Şu dağları delmeli. Dağlar dağladı beni. Yedi renk üstüne hâreli dağlar… Gurbete giden ağasından, eşinden ayrılık zamanı geldi çattı işte. Dağların izin verdiği derin vadiden akan ırmağı dertlenmiş yüreğine ortak tutarak firaklı sesine yol verir: ‘Eğin’in altından akan Fırat’tır /Ağamın bindiği demir kırattır’.
Sonraki yıllarda siyah beyaz ekran görüntülerine de karışarak radyodan pek çok kadın, erkek eski bir dünyayı hatırlatan çoğu yitik isimleriyle seslerini bırakarak geçip gitti. Hepsini sayamam. Münir Nurettin, Nida, Hamiyet, Safiye, Muallâ, Muazzez, Necmi Rıza, Bâki Süha, Eflâtun Cem, Macide, Mücap, Müşfik… Şarkılara, türkülere şiirler, sohbetler, radyo tiyatroları, arkası yarınlar, daha birçok şey, birçok isim eşlik etti. O gün bile en aykırı isimlerden biri Bedia Muvahhit idi. Bedia’yı bediî kelimesinden hatırlıyoruz. Estetik değeri kabul görmüş yüksek sanat eseri demekmiş. Muvahhit ise Allah’ın birliğine inanan demek olduğuna göre Bedia Muvahhit gerçekten iddialı bir isimdi.”
Yukarıda dikkatinize sunmuş olduğum yazıda beni en çok etkileyen yönleri sizinle paylaşmak istiyorum.
1- Pek çok ilim adamını, sosyal medyada futbol yorumcusu edasında kaybederken 80 yaşını aşmış Muzaaffer Civelek Beyefendi sadece kendi muhitinde paylaşmak üzere 14 sayfalık bir metin kaleme alıyor; hayat tecrübesini, bilgi, duygu ve hatıra olarak harflerin gövdesinde kaydını tutuyor. Gündelik hayatın tarihine not düşmek bahsinde, Muzaffer Civelek Beyefendi’nin anlattıkları kıymetli cevher hükmünde.
2- Geçmişi, geçip giden günleri isimler üzerinden yâd etmek, esasında bizi dönemin ruhuna, beklentilerine, hayatın ritmine tanık kalıyor. Geçmişi genellemeler üzerinden –nerede o eski günler- değil bir tema, bir olay, hafızada saklı kalan bir sahne üzerinden yazı ile muhafaza altına almak sadece eli kalem tutanların değil eli kalem tutacak iken tutmayanların da görevi. Yaşadıklarımızı, tanıklıklarımızı, özellikle de duygularımızın tarihini sadece biz muhafaza edebiliriz, başkaları değil.
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.