I-
Kız çok güzeldi.
Günün orta saati idi ve ekonomik krizden bu yana gün ortası saatlerde Marmaray, Gebze-Halkalı hattının yolcuları az olduğundan oturacak boş yer ziyadesiyle bulunuyor, camdan dışarıyı seyretmek çok zevkli olduğu halde bütün yolcular bir mesai yerine getirir gibi cep telefonlarını açıp kaldıkları yerden devam ediyorlardı. Kaldıkları yer. Kimisi için izlenecek dizi film, kimisi için ille de level atlanacak oyun ya da sosyal medyada like performansı.
Kız çok güzeldi.
Kızın güzelliğini nasıl olmuştu da başları önlerinde, dünya ile irtibatı kopuk o yolcular fark etmişti. İlkin kim fark etmişti. Esasında kızın güzelliği hiç fark edilmeyebilirdi. Gün boyu o vagondaki yolcular o an gördüklerini anlatırken; “ben ne yaşadım bugün” diye anlatırken; “Yani öyle su gibi bir kız, nasıl olur da...” diye söze başlayacak, muhatabı ne anlatacak diye beklerken gördüklerini anlatmak yerine “Kamera şakası diye düşündüm önce. Kız öylesine kendisini kaptırmıştı ki. Bu gerçek olamaz dedim.” diye sözü yürütmeye uğraşacak, beyhude yere kendi şaşkınlığını muhatabına aktarmaya gayret edecekti.
Gerçek olmayan neydi? “Sadece ben değil, bütün vagon, herkes, hepimiz elimizdeki işi bıraktık. Onun işine bakmaya başladık.”
Bu anlatıştan muhatap hiçbir şey anlamayacaktır büyük ihtimal. Vagondaki herkes, hepimiz, iş filan...
Cep telefonu ile teşriki mesai halinde bulunmayı iş olarak niteleyen anlatıcının anlattıkları şok anından geriye kalan bölük pörçük hayret sahneleri gibi.
Dinleyen, anlatanın ne anlattığını halâ anlamamıştır. En sonunda “Keşke fotoğrafını ya da vidyosunu çekseydin. Senin kelimelerin ile bir şey anlamam mümkün olmayacak gibi.” diyecektir bu sohbeti artık nihayetlendirmek istediğini belirtmek üzere. Ne ki hayrete gark olmuş olanın bu sohbete bir nokta koymaya hiç niyeti yoktur.
“Kız çok güzeldi. Fotoğrafını çekmek, vidyoya almak. Yok yok taciz gibi olurdu. Hem o kız başka bir zamana aitti. Cep telefonuna sığdırılacak biri gibi değil...”
Dinleyen sıkılır, dibi görünmeyen muhabbeti yüzeye çıkarmak için, “E yani?” der bıkkın bir şekilde.
“Yanisi yok. Bir kız girdi vagona, mavi kloş bir etek, balon kol beyaz fisto bir bluz giymişti. Elinde büyük bir goblen çanta vardı, sapları ahşap.”
“E yani…”
“Çantasından bir şey çıkardı. Gergef mi denir. Nakış şey ediyordu. İşliyordu, nakış işliyordu. İğnesini zarif bir şeklide batırdı çıkardı. Batırdı çıkardı. Vagonda iş işleyen sadece o vardı artık. Onun gözü önündeki işte, bizim yani bütün vagonun gözü kızın üstünde, başka bir zamana doğruöylece...”
“Bütün hikâye, bunca şaşkınlık, hayret faslı, vagondaki bir kızın gergef işlemesi mi?”
“Anlamı-yorsun, görüntü çok şiirseldi. Kız çok güzeldi.”
“Ben de bazen pazardan aldığı fasulyeyi oturur oturmaz ayıklamaya başlayan kadınlar görüyorum toplu taşımada.”
“Anlamıyorsun, kız çok güzeldi. Öyle kaş göz, endam güzelliği değil sadece.”
“Anladım kızın gelgeli çok.”
“Gelgel mi? O ne demek?”
“Aura gibi bir şey anla sen...”
“Yok, gelgeli çok demeyelim de iklimi latif diyelim. Bak bu daha güzel oldu. Evet, iklimi pek latifti.”
II-
Bir genç kızın, güzel bir genç kızın vagonda nakış işlemesi şaşırtıcı mı?
Güzel bir kız vagonda diz üstü bilgisayarını açıp çalışmaya başladığında aynı şaşkınlığa gark olacak mıydı “vagon ahalisi”? Hayret damarını kaynatan nedir bu sahnede?
Buzun üzerinde, herkes düşmeden yürümek için sakına sakına adım atarken, son sürat koşan bir adam görüntüsü kadar şaşırtıcı mı?
Zamanın ve mekânın ruhu dediğimiz şey nedir?
Mesela Savaş ve Barış’ın açılış sahnesinde, güzelliği ile insanları kendisine hayran bırakan, ufak tefek, şefkatli ve sempatik, Küçük Prenses diye anılan Lizeva, akşam davetinin sahibi, Anna Pavlovna Şerer’in salonuna girerken ev sahibesine tatlı bir sitem ile “Bana küçük bir toplantı demiştiniz. Ben de işimi getirdim.” diyerek çantasından işini çıkarıp nakış işlemeye başlıyor. Küçük Prenses, Petersburg sosyetesini bir taraftan dinleyip bir taraftan nakışını işlerken; orada bulunanlardan hiç kimse onun nakış işlemesini yadırgamamıştır. Tam tersine herkes Küçük Prenses’in güzelliğine ve şirinliğine takılı kalmıştır.
1805 yılında Petersburg’da, kraliçenin baş nedimesi ve sosyetenin gözde ismi Anna Pavlovna Şerer’in düzenlediği akşam davetine elinde nakışı ile katılan ve güzelliği ve şirinliği ile herkesin ilgisini çeken, Küçük Prenses diye anılan Lizeteva Karlovna Bolkonski kocası tarafından sıkıcı bulunmaktadır. O kadar ki Andrey Nikolayaviç Bolkonski, hamile karısını köyde yaşayan babasının yanına bırakıp savaşa katılacaktır. Savaşa katılmamak elinde iken üstelik.
Anna Pavlovna’nın akşam davetine katılan Petersburg sosyetesi Küçük Prenses’i pek güzel pek şirin bulurken, kocanın yokluğunda köyde yanında kalacağı kayınpeder Prens Nikolai Andreiviç Bolkonski de gelinini pek sıkıcı bulur. Üstelik karısından sıkıldığını belli eden oğluna hak verir. Romanın ilerleyen satırlarında baba ve oğulun kadında en çok zekâdan hoşlandığını görürüz. Kayınpeder kızların matematik ve geometri bilmesi gerektiğine canı gönülden inandığı için evlilik çağındaki kızı Mariya’ya matematik ve geometri dersi vermektedir. Fakat ne yazık ki idealist ve dakik eski asker, yaşlı prens, kötü bir öğreticidir.
Üstelik kızı da tıpkı gelini gibi kendisinin beğeneceği özelliklere pek uzaktır. Esasında kadınların dünyasına uzak olan dul yaşlı prenstir, ne ki o kadın fıtratını beğenmeyişi ile gurur duymaktadır.
1-Biliyorum ki bu satırların yazarı ile uzun bir süredir yazıyolu arkadaşlığı yapanlar, yazıya kendi gözlemlerini kata kata okumuşlar, hatta yakın çevreleri ile yazının izleğinde bir sohbete dahi girişmişlerdir.
2-İnternet çağı ile birlikte okuyucuların yanı sıra bir de yazıyı tıklayan “görücü”ler var. Genellikle “görücüler” okuma özürlü oluyor. Bir yazıyı baştan sona sabırla okuma becerileri zamanla dumura uğradığı için/ ya da böyle bir yordamı zaten hiç kazanmamış oldukları için “E ne yazıyor şimdi burada? Yazar da yazacak bir şey bulamamış.” diyerek kendi zihin frekanslarına uygun bir etkileşim arayışına girişiyorlar. Onlar için ilave bir sözüm yok. Tutmuş oldukları yol kendilerine yakın, bana uzak. Size de uzak olmasını dilerim.
3- Ciddiyetle soranlar, merak edenler için söylemiş olayım: Tolstoy’un iki bin sayfaya yakın olan Savaş ve Barış romanının, 1805’te geçen atmosferi içinde, değişende değişmeyenin izini sürmeye çalışıyorum. Klasik romanlar değişende değişmeyenin izini sürebileceğimiz verimli imkânlar sunar okuyucusuna. Akşam davetinde nakış işleme bahsi de bu bakımdan kayda değer bir ayrıntı benim için.
Bu ayrıntı ile Marmaray’da tanık olduğum bir “an”ı eşleştirdim.
4- Evet ben de o vagonda idim. Kızın kıyafeti, çantası, ayakkabısı şık ve kaliteli idi. Saçları fönlü, cildi profesyonelce yapılmış bir makyaj ile ışıl ışıl bir “doğallık” sunuyordu. Vagondakiler için durumu bu kadar “fevkalade” kılan, kızın “kaliteli sadeliği” idi.
Günümüzde el işçiliği alt gelir sınıfına yakıştırıldığı için “zengin kız”ın nakış işleyen bakımlı sedef elleri “o an”ın içinde fevkaladelik unsuru olarak bütün bakışları üstüne çekti.
Lakin “kızın vagona armağan ettiği” o sahne doğal değildi.
Neden doğal değildi?
19. yüzyıla ait “nakış işleyen kadın” imajını çok profesyonelce içselleştirdiği, vagonu kendisi için başarılı bir şekilde sahneye dönüştürdüğü için.
21. yüzyılın sloganı “yapay olan her şey güzeldir”.
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.