Marmaray’da kulak misafiri olduğum, Siyasal Bilgiler öğrencisi iki genç, son beş yılda tarihe tanıklıklarının yükünü kaldıramadıklarından bahsediyorlar. “Bana bu kadarı fazla geldi” diyor kızıl kıvırcık saçlı genç kız. “Bana da!” diyor dazlak kafası, kıvırcık sakal ile çevrili yüzüyle genç bir delikanlıdan ziyade yetişkin rolü yapmaya çalışan, ama çocuk masumluğu taşıyan delikanlı.
Son beş yılın kronolojisini çıkarıyorlar karşılıklı. Karantina-pandemi, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali... Vagondan içeri mızıka çalan 7-8 yaşlarında Romanyalı bir çocuk giriyor. Sesler birbirine karışıyor. İki gencin sohbetini duymuyorum artık, fonda akordiyon sesi, sessiz film görüntüsü gibi seyrediyorum onları.
Gençlerin “çağa tanıklığı”nı düşünüyorum, büyük ihtimal haber kanallarından ödünç alınmış bir cümleyi tekrarlıyorlar.
Çağa tanık olmak, benim için çok iddialı bir cümle. Özellikle de 2015 yılında Nobel Edebiyat ödülü verilen Swetlana Aleksiyeviç’in Kadın Yok Savaşın Yüzünde kitabından sonra. Nobel Edebiyat Komitesi, ödülü, “yeni bir dil inşa ettiği için” diye takdim ediyor Alikseyviç’e. Evet yeni bir dil. Yazar kadın, II. Dünya Savaşı’na katılmış kadın askerlerin dilinden “duyguların tarihi”ni yazıyor. Böylece şimdiye kadar pek rastlamadığımız bir savaşın tanıklığını savaşa katılmış kadın askerlerin ateşin tecrübeleri üzerinden dinliyoruz. O kadınların şifa bulmayan bir yara gibi içlerinde taşıdıkları hatıraları dinlerken şimdi biz, bize servis edilen Ukrayna- Rus Savaşı’na kendimizi tanık olmuş mu hissedeceğiz? HAYIR! Çünkü izleyici olmak, tanık olmak demek değil. Oysa biz sadece bize gösterilenlerin izleyicisiyiz. Kulaklarımızı ve gözlerimizi ödünç verdiğimiz, bize ait olmayan zamanların içindeyiz.
Zamanın bir yerinde dinmeyen sızı gibi duran savaş tanıklığı, dünün kollarından günün realitesine yeni sorular bırakıyor. Mesela, faşist Almanya’ya karşı savaşmak için cepheye koşan SSCB vatandaşı 14 yaşındaki genç kızlardan bu yana ne değişti de, Putin seferberlik ilan edince, Moskova-Antalya uçuşunun son bileti için 200 bin lirayı gözden çıkaran Rus erkekleri ortaya çıktı ?
Kadın Yok Savaşın Yüzünde adlı kitapta onlarca Ukraynalı, Belaruslu, Rus kadın kahraman var. Stalin Rusya’sına inanmış idealist kadınlar. Savaşın ardından Stalin’e inandığı için hayal kırıklığı yaşayanlar da var aralarında, ölünceye kadar Stalin’e hayran olanlar da. Cepheden dönüşte kahraman gibi karşılanan genç kızlar da var, “Sen artık cephe artığısın” diye dışlanan kızlar da. Aynı savaşın, aynı şiddetin içinde bile kahramanların payı aynı olmayabiliyor. Ortega “Ben kendimin ve çevremin toplamından ibaretim” diyordu. Hayat tecrübesinin zenginlik mi yük mü olacağını belirleyen, kişinin kendi yaşadıkları değil sadece, başından geçenlere çevresinin verdiği paye aynı zamanda.
Yüz yılda Türkiye üçüncü defa Rusların sığındığı ülke oldu. İlkinde Ekim Devrimi’nin ardından Çarlık taraftarı asiller, Odesa Limanı’ndan İstanbul’a gelmişti. İkincisinde, SSCB’nin dağılmasının ardından 1991’de Sarp Kapısı’ndan Trabzon’a geldiler. Üçüncüsü, Rusya’nın Ukrayna işgalinin ardından Moskova’dan Antalya’ya uçuş...
1920’ler... İstanbul sokakları işgal askerleri ve Rus dilberleri ile kaynıyor. Rusların niyeti Avrupa ülkelerine gitmek. Ama onlara hiçbir ülke vize vermiyor. Ancak Avrupalı askerleri ağına düşüren Rus dilberleri kendileri ve eşleri için vize alma fırsatını yakalayabiliyor.
Sadece Avrupalı askerler değildir durumdan etkilenen. Öyle ki, dönemin önde gelen beylerinin, paşalarının eşleri, Beyaz Rus kadınlarının İstanbul halkının ahlakını bozduğunu bildiren bir dilekçe verir valiliğe.
Ama Türk Ocakları kadınların verdiği dilekçeyi alınganlıkla karşılar, bütün Türk erkeklerinin aynı kefeye konduğu gerekçesi ile. Dönemin iki kadın yazarı da bütün Rus kadınlarına aynı muamelenin yapılmasına karşı çıkar. (Bkz. Zafer Toprak, Türkiye’de Kadın Özgürlüğü ve Feminizm)
Komünist rejimden kaçan Çarlık Rusya’sının taraftarı eski asilzadeler, İstanbul’un eğlence hayatını baştan aşağı değiştirir. Yeni adetler, yeni zevk mekanları İstanbul’u ele geçirir. Hatta İstanbul’un ilk gece kulübü ABD’den Rusya’ya göç etmiş, Ekim Devrimi’nden sonra Odesa Limanı üzerinden İstanbul’a gelen siyahi Frederic Bruce Thomas tarafından açılmıştır. (Vladamir Alexandrov’un Siyah Rus kitabında dönemin bütün ayrıntılarını görmeniz mümkün.)
Ekim Devrimi’nin İstanbul’un sosyal hayatına etkilerini, açılan pastaneler, gece kulüpleri ve plaj görüntüleri eşliğinde tarih kitaplarından; SSCB’nin dağılmasından sonra Sarp kapısından ülkemize giren eski Sovyet vatandaşlarının özellikle Karadeniz Bölgesi’ne verdiği “zararı” ise, gazete ve ekranlardan biliyoruz. (Ekranlar demişken Netflix’te yayına giren Engin Günaydın’ın yazıp oynadığı dizideki Rus Swetlana karakterine dikkat çekmek isterim. Dizi, bütünlüklü bir hikâye anlatmayan, bitik orta yaşlı erkek, paragöz Z kuşağı, bir kaç Datça görüntüsü de yerleştirdik mi tamam anlayışında kotarılmış.)
1922’de gelen Beyaz Rus kadınları Haroşa (güzel kadın) diye anılıyordu. 90’larda gelenlerin kod adı Nataşa oldu. O kadar ki Erkan Ocaklı’nın bestesi bütün Karadeniz kadınının sesi oldu. “Oy Nataşa Nataşa, attın beni ateşe”.
1922’de gelenler de, 1990’larda gelenler de, yoksulluklarına çare arıyordu. Oysa 2022 yılında Rusya’dan Antalya’ya gelenler, kafa dinlemeye, gönül eğlendirmeye, “daha çok deniz, daha çok eğlence” için, yani bu defa harcayacak paraları olduğu için geliyor. 2022 Rusya-Antalya hattının yolcuları, ne bitlenip tifo olan dip nineleri gibi ne de 1990’ların üniversite mezunu “Nataşa”ları gibi yoksunluğun çaresizliğinde sızlanmıyorlar. Onlar, savaşın olmadığı güneşli günlerin peşindeler.
Dünü gün ile bütünleyerek bitirelim: Savaşta her zaman sadece yoksullar ve sorumluluğu yüklenen vatandaşlar ölür.
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.