Prof. Dr. İsmail E. Erünsal, Osmanlılara bugüne kadar fikir hürriyeti, kitap ve kütüphaneler, bilimsel zihniyet konusunda haksızlık yapıldığını, bazı ön yargılı fikirlerin Cumhuriyet’in kuruluşundan günümüze halen tekrarlandığını söyleyerek bu haksız ithamları çürütmeye gayret ettiğini söylüyor.
Kütüphaneler, sahaflar ve kitap kültürü üzerine yaptığı kıymetli çalışmalarla tanınan Prof. Dr. İsmail E. Erünsal geçtiğimiz günlerde Osmanlılarda Sahaflık ve Sahaflar adlı eseriyle Necip Fazıl Kısakürek Araştırma Ödülü’nü almıştı. Erünsal ile yeni kitabı Osmanlı Kültür Tarihinin Bilinmeyenleri’nden yola çıkarak tarihteki doğru bildiğimiz yanlışları ve yazarın uzun yıllar süren ilim yolculuğundaki ‘tesadüflerini’ konuştuk.
Evet, haklısınız. Kitapta bu refleksle kaleme alınmış pek çok yazı var. Çünkü bugüne kadar bilhassa Osmanlı kültür ve ilim hayatına dair çok ön yargılı yaklaşımlarda bulunuldu ve bu minval üzere eserler kaleme alındı. Kasıtlı ya da değil, Oryantalistler bu yaklaşımı benimsedi, bunu bir yere kadar anlayabiliriz, ancak bazı büyük Osmanlı tarihçilerinin de bu ön yargılı sorgusuz sualsiz benimsemeleri düşündürücü…
Olmaz olur mu? Mesela Osmanlıların Mısır’ın fethinden sonra Kahire ve Halep gibi şehirlerden Arap dünyasındaki kütüphaneleri yağmalayıp kitapları İstanbul’a getirdikleri yönünde yaygın bir kanaat vardı. Bunun sebebi de 15. Yüzyılın sonu 16. Yüzyılın başında yaşayan İbn İyas adlı bir Memlük dönemi tarihçisinin yazdığı birkaç satır. Hepsi o kadar. Bu benim aklıma takıldı. Öncelikle şöyle düşündüm: Osmanlılar bunu yapar mı? Yapmaz. Çünkü Osmanlı, vakıf kurumlarına çok önem veriyor, vakıf malına kesinlikle dokunmaz. Fethettikleri yerlerdeki hiçbir vakıf kütüphanesini de İstanbul’a getirmezler, bilakis o yerlerde zengin kütüphaneler kurarlar. Mesela 15. Yüzyılda saraya bir kitap geliyor. Başındaki mühürden bir vakıf kütüphanesine ait olduğunu anlaşılınca hemen geri gönderiyorlar. Aman canım ne olacak demiyorlar…
Evet, düşünün, böyle bir devlet yağmacı olabilir mi? Şu ikisini ayıralım ama: Vakıf malı başka şey, ganimet başka. Siz bir devleti yenince adamın hazinesi sizin oluyor, o hazinede altın da olur, kitap da, kumaş da… Bu farklı bir şey. Ben bunu düşündüm, ondan sonra da bu iddiayı tekrarlayan Arap kaynaklarındaki tutarsızlıkları, yanlışları tek tek ortaya koydum. Onların kendi kaynaklarını kullanarak iddialarını çürüttüm. Bir de tersine akış var tabii. Tamam biz yağmaladık! Peki kardeşim yağmalayan adam gidip Medine’de kütüphane kurar mı? Şeyhülislam Arif Hikmet Efendi 6-7 bin ciltten oluşan çok değerli elyazma, matbu kitaplar içeren kütüphanesini oraya vakfediyor. Bunu nasıl açıklayacağız? Arap şehirlerindeki pek çok Milli Kütüphane’nin temelini Osmanlı valileri atmıştır. Mahmudiye Kütüphanesi, Aziziye, Mecidiye, Beşir Ağa Kütüphanesi var. Yalnızca Medine’de en az 30 bin kitabımız vardır bizim.
İstanbul’daki kütüphanelerde ancak 5-10 kitap bulunur oralardan gelen. Peki bizimkiler yağmaladılarsa en azından bin tane kitap bulunmalı. Ama bu kitaplar nereden çıkıyor tahmin edin bakalım: Avrupa ve Amerika’dan! Maalesef kendileri bu kitapları satıyorlar. Mesela 1. Dünya Savaşı’nda yerel bir idarecinin 2 bin kıymetli kitabı yurtdışına sattığını biliyoruz. Halen de devam ediyor bu işler, onu da söyleyeyim. Kitaplarını İstanbul’da değil, New York ya da Londra’da arasınlar.
Evet, böyle bir fetva var. Araştırmacılar bunu okuyorlar ve Osmanlı’da felsefe, astronomi ve tarih kitaplarının kütüphanelerde yasaklandığını, böyle bir ortamda da ilmin gelişemeyeceğini söylüyorlar. Yüzeysel olarak bakıldığında böyle bir anlam çıkabilir, ancak derine inildiğinde işler tamamen değişiyor.
İşin aslı şu: 18. Yüzyılda yaşayan sanatçıları himaye eden ve kitaplara çok düşkün olan Şehid Ali Paşa öldüğü zaman serveti müsadere ediliyor, yani devlet el koyuyor. Tabii bu servetin büyük bir kısmını da çok önemli birbirinden kıymetli elyazması kitaplar oluşturuyor. Padişah III. Ahmed’de o esnada kendi adına büyük bir kütüphane kurmak üzere… Paşa’nın kitaplarını da satın alıp kendi kütüphanesine dahil etmek istiyor. Ancak Paşa’nın ölmeden kitaplarını vakfettiği ortaya çıkıyor, böylece kitapları satın almak mümkün değil. Hemen bir formül buluyorlar ve “felsefe, astronomi ve yalanlarla dolu şiir ve tarih kitaplarının” vakfının caiz olmayacağına dair bir fetva veriyorlar. Bu şekilde de III. Ahmed kitapları alabiliyor.
Aynen öyle. Gerçekten tarih, edebiyat, felsefe ve astronomiye dair kitapların vakfı caiz olmasaydı, o tarihe kadar kurulan kütüphanelerde de bunlara yer verilmemesi gerekirdi. Böyle bir yasak varsa cami kütüphanelerine Leyla ile Mecnun, Yusuf ile Züleyha gibi aşk hikâyesi koyarlar mı? Yok böyle bir şey… Tamamen III. Ahmed’in kitapları almak için yaptığı bir oyun. Bazılarına garip gelebilir ancak ben III. Ahmed’i itham etmeyi, bütün Osmanlı’yı itham etmeye tercih ederim.
Bunun kaynağı 40’lı yıllarda Adnan Adıvar’ın yazdığı Osmanlı Türklerinde İlim adlı kitap. Tabii o dönemin havasına göre Osmanlı tukaka ediliyor. Böyle bir moda var, o da bu modaya uyuyor. Ancak bu tuzağa düşen ve bunu gerçekmiş gibi yazan çok büyük tarihçiler ve şarkiyatçılar var maalesef.
Bakın size çok ilginç 2 örnek vereyim: İlki lise ders kitaplarından hatırladığımız Lale Devri’nin meşhur şairi Nedim. Bu adamın ismini duyunca herkesin zihninde zevk-perest, çapkın, içki müptelası biri canlanıyor değil mi?
Aslında öyle değil. Nedim dört başı mamur bir âlim, müderris, kadı naibi, tefsir dersleri okutuyor. Yazdığı şiirine bakarak böyle bir hüküm verilir mi? Şiire yansıyan adamın içindeki coşku. Ben onun terekesini yayınladım, oradan anlaşılıyor ki, bir tane hanımı var, cariyesi falan yok. Ayrıca öyle yorum yapanlar var ki, şiirlerine bakıp neredeyse adamı dinden çıkaracaklar.
Evet. Sizin de söylediğiniz gibi bu tür konularda her zaman laf fikir hürriyeti, özgür düşünce, farklı görüşler vs. mevzularına getirilir ve Osmanlı’nın bunlara tahammül edemediğinden bahsedilir. Ancak siz konuya baştan böyle yaklaşırsanız örneklerinizi de ona göre seçersiniz, yani işi kılıfına uydurursunuz bir yerde…
16. yüzyılda kaleme alınan bir biyografi kitabında aşere-i muhabbese diye bir hadiseden bahsediyor. Sonra tesadüfen bir kaynakta buna dair bilgiye rastladım. Bunların karışıklık yapan, dinle alay eden bir grup olduğu anlaşılıyor. Molla Lütfi’de bu gruptan. Yine ayrıca bazı uygunsuz davranışları, emanete ihanet ve bu olay üst üste gelince bardak taşıyor. Anlaşılıyor ki, bu hadiselerden dolayı siyaseten öldürülüyor. Fikirleri için değil, bu grupla bağlantısı olduğu için öldürüldü bana kalırsa. Osmanlı’da aykırı bir ses çıkaranın kellesi giderdi diyorlar. Bu çok yanlış. Bunların pek çoğu başka sebeplerden aslında… Devlet kendi otoritesini tehdit eden bir şey görünce idam edilmesine karar veriyor. Elbette her devletin kırmızı çizgileri var, buna dokununca yanıyorsunuz. Bugün de dünyanın her yerinde bu böyle… Bunu bir devlet refleksi olarak düşünmeliyiz, Yoksa istismar edip “Osmanlı’da hür düşünce yoktu”, “Aykırı fikirler yaşayamazdı” gibi topyekûn bir hüküm hatalı. Ben hep yerleşik hükümlere soru işaretleriyle baktım ve Osmanlıların maruz kaldıkları haksız ithamları, iftiraları çürüttüm, çürütmeye gayret ettim.