Üstad Sezai Karakoç'un Diriliş Yayınları Haseki'ye taşındı. Bir edebiyat mahfili olan yayınevinin havasını teneffüs edenlere Babıali'deki 50 yılı sorduk. Öğrendik ki, Üstad'ın ziyaretçisi eksik olmuyor, bu sayı günde 50 kişiye kadar çıkıyor. Herkes sorduğunun cevabını alıyor. Profesörün de, esnafın da buyur edildiği yayınevinin kapısı herkese açık.
Yusuf Kaplan, 'Nebevî hakikati soluyan, vahyin dile geldiği, bizi kendimize getirdiği nebevî dili konuşan, nebevî dille yaşayan, yaşayan en büyük 'sanatçı-düşünür'ü çağrımızın, hakikatin diriltici çağrısına gebe 'çağımız›ın' sözleriyle anlatır Sezai Karakoç'u. Üstad Sezai Karakoç ise sade ve mütevazi, objektiflerden, demeçlerden uzak, kendisine verilen ödülleri payeleri, bu dünyanın makam mevkilerini, elinin tersiyle iterek, Sultanahmet'teki Diriliş Yayınları'nda hem kendisine ziyaret edenlerle sohbetleri, hem de eserleri ile söylemekteydi her şeyi. 50 yıl bu büro bir edebiyat, kültür, medeniyet mahfili haline gelmişti. Şimdi Sezai Karakoç, Diriliş Yayınları ile birlikte Haseki'de bir büroya taşındı. Diriliş Yayınları yeni adresinde de aynı şekilde Üstad'la tanışmak isteyen gençler, sohbetinde bulunan müdavimler, dostlar ile dolup taşacaktır elbette. Ancak biz Babıali'de geçen 50 yıl üzerinden Diriliş Yayınevi'ni anlatmak istedik. Çünkü Karakoç'un misafiri hiç eksik olmaz. Profesör de, öğrenci de, bürokrat da, esnaf da gelir. Kapısı ardına kadar açıktır. Onun kitaplarını okuyup da kendisiyle tanışmak isteyenler yayınevinin kapısını çalar ve geri çevrilmezler. Sorduklarına cevap bulurlar. Biz de buradan yola çıkarak Diriliş Yayınevi'nin havasını soluyan, oradaki sohbetlerde bulunanlardan Üstad'ı ve yayınevini anlatmalarını istedik.
Sezai Karakoç'un Cağaloğlu'ndaki bürosu, aynı zamanda Diriliş dergisinin ve Diriliş yayınlarının idare merkeziydi. Cağaloğlu'nda yarım yüzyıla yakın bir süredir Sezai Karakoç dergi idare etti, yazılar yazdı, namazlar kıldı, binlerce onbinlerce misafir ağırladı, görüşmeleri ve sohbetleri hep bürosunda yaptı. Şimdi ise büroyla kitap satış yeri ayrılmış oldu. Üstada Fındıkzade'de Molla Gürani Caddesinde yeni bir büro, kitap satış yeri olarak da yine Üretmen Han'da bir oda tutulmuş olduğunu öğrendim.
Karakoç'un bürosu, hiç abartısız diyebilirim ki Türkiye'de en çok misafirin ve ziyaretçinin girip çıktığı bir kültür ocağı konumundadır. Ülkemizin dört bir yanından aydınlar, sanatçılar, bilim adamları, üniversite öğrencileri hatta esnaftan insanlar kesintisiz bir akışla gidip gelirler. Öyle ki içerisi Karakoç'u ziyarete gelmiş olanlarla öyle dolu olur ki yeni gelenler çoğu zaman koridorda sıra beklerler. Bu birliktelik yakın dostları, arkadaşları ve bazan misafirleriyle akşam olunca evde de devam eder. Üstad Karakoç, kendisini ziyarete gelenlere karşı son derece cömert ve misafirperverdir. Tabi Karakoç'u ziyarete gelenler genel manada aydın sınıftan ve gençlikten oluşsa da bunları da ikiye ayırabiliriz. İlk ve ağırlıktaki gurup 'Diriliş erleri'dir ki bunlar İslam'ı ve kaynaklarını bilen, Gazali, Mevlana, İbn-i Arabi gibi klasikleri, Âkif, Muhammed İkbal, Necip Fazıl Kısakürek gibi öncüleri ve elbet Sezai Karakoç külliyatını okumuş aydınlar ve aydın olma sürecindeki gençlerdir. Eserlerini bir bütün olarak okumuş, hakkında yapılmış doktoraları, özel sayılar ve anma kitaplarındaki makaleleri bilen okur-yazarlar genellikle Karakoç'un müdavimleridirler. Karakoç onlara çok özel ilgi gösterir, zaman ayırır, ikramlarda bulunur, her bakımdan değer verir. Nadiren de olsa Diriliş anlayışından habersiz, herhangi bir eseri okumamış, Karakoç hakkındaki bilgisi kulaktan dolma yanlış bilgi parçalarından oluşan kimseler de gelir gider elbet. Fakat benim şahit olduğum -ki 25 yıldır gidip gelirim- Üstad Karakoç, öyle kimselere karşı da nazik, misafirperverdir. Yarım yüzyıl boyunca ortaya koyduğu binlerce sayfalık eserine karşılık o gelen kişi herşeyden habersiz olarak gelmiş de hakkı olmadığı halde bir de soru sormuşsa üşenmeden ve bazen saatlerce o kişiye, kişilere zaman ayıran fedakar bir eğitimcidir.
Bürosunun Fırdıkzade'ye taşınması evine yakınlık bakımından iyi olmuştur diye düşünüyorum. Tabi gönül arzu ederdi ki Cağaloğlu, Sultanahmet, Süleymaniye gibi tarihî yarımada semtleri tıpkı Kanunî zamanında olduğu gibi aydınların, bilginlerin, sanatçıların oturduğu semtler olsun da Sezai Karakoç da çok seveceğini bildiğim 'Süleymaniye Camii manzaralı bir ev'de oturabilsin.
Her yüzyılı sırtında taşıyan öncüler var. Ya da yüzyıla renk veren öncüler.Yaşadığımız yüzyıl karmaşık ve içinden çıkılamaz bir dönemdi. Batıcı düşüncelerin kuşatması altında zihni karmaşanın yaşandığı, insanımızın yol bulmada güçlük çektiği, batıcı ideolojilerin görünürde olduğu tartışıldığı konuşulduğu bir zamanda düşünce ufkumuz başta Üstat Necip Fazıl ile Üstat Sezai Karakoç oldu.
Cağaloğlu kültür, düşünce ve basılı medyanın bir merkeziydi. Batıcı düşüncelerin merkezleri de buradaydı. Bizler için Cağaloğlu; Üstat Necip Fazıl ile Üstat Sezai Karakoç demekti. Üretmen Han'da Diriliş, hemen onun karşısında, sokak başında Büyük Doğu ambleminin varlığı büyülü dünyamızın merkezleriydi.
Taşradaydık, İstanbul'a gelir gelmez bizleri çeken bu merkezlere yönelirdik. Büyük Doğu'nun kapısından içeri giremedik, koşullarımız uygun düşmedi. Üstadın eserleri, Anadolu'daki konferansları bizim için birer sığınma alanıydı. Üstat Sezai Karakoç'u ise aralıklı da olsa gelip ziyaret etmenin, bulunduğumuz o birkaç dakikada dinlemenin, orada edeple oturmanın heyecanı ile kuşanmanın anlamını ve sevinicini tanımlayamazdık. Ve artık İstanbul'a gelince hemen başucumuzdaydı bu büyülü dünya.
Elbette Üstadı ziyaret ettiğimiz anlarda bizimi için çok önemli anlar bulunuyor. Bunları kendimizde saklı tutmayı daha uygun buluyoruz. Kimi ziyaretçilerin bilgiç, ukala ve hatta yol gösterici tutumlarına bile sabırla karşılık verdiğini görüyorduk. Üstat ile kahvede oturuyorduk Yedi İklim dergisinin birinci döneminin son sayısı elimizdeydi. Dergiyi tatil ettiğimizi söyledik, bunun üzerine konuşuyorduk. Dergiyle ilgili eleştirileri, kimi eksiklerimizi söyledi. Bizim de tanıdığımız, zaman zaman görüştüğümüz Marmara Üniversitesinde bir Prof. yanında bir öğretmen ile çıkageldi. Öğretmen ileri geri konuşuyor akıl vermeye çalışıyor, kendi cemaatinin bakışıyla bir takım şeyler söyleyip duruyordu. Akıl veriyordu aklı sıra. Üstat sabırla dinliyor herhangi bir yorumda da bulunmuyordu. Prof. dostumuz kıvranıyor yüzü kızarıyor, bir şey de yapamıyordu. Çok geçmeden kalkmak zorunda kaldı, o densiz de onunla birlikte kalktı. Çok geçmeden Prof. dostumuz geri döndü: 'Üstadım özür diliyordum. Tanıdığım biri, yolda karşılaştık, sizin yanınıza geldiğimi öğrendi, gelme diyemedim' dedi. Üstad o çevreyle ilgili birçok şey anlattı, üzülmemesini söyledi.
Saadet Partisi Genel Başkanı Recai Kutan Bey'i götürdüm, Üstat o zaman Türkiye ilgili birçok şey anlattı, önerilerde bulundu. Aralarındaki sohbet uzun ve verimli oldu. Ayrıldığımızda Recai Bey çok memnundu. Aslında geç kalmış bir ziyaretti bu.
Kimi zaman bizler için uyarıcı olan dikkatlerine uymak ve buna özen göstermek de bizler için tartışılmaz bir davranıştı.
Üstadın eserleriyle beslenme ve yol bulma konusundaki deneyimlerimizi bizden sonraki kuşaklara da önerdik. Çevremizdeki gençleri mutlaka Üstadın hem eserlerine hem de kendilerine yönlendirdik.
Diriliş bürosuna ilk defa 1979 yılında gittim. Üretmen Han'ın en üst katındaydı. Ayasofya'ya bakıyordu. Her yan kitap doluydu. Üstad tek tek ilgileniyordu gelenlerle. 1980'den sonra bir ara kitaplar birkaç dağıtımevine verildi, bir süre büroda bir boşluk oldu sanki. Sonra dağıtım tekrar bürodan yapılmaya başlandı. Diriliş, kimi zaman aylık, kimi zaman haftalık, kimi zaman da günlük yayımlandı. Her yayın dönemine göre bürodaki kitap ve dergi yığınında farklılaşmalar oldu. Bu süreç içinde değişmeyen tek şey Üstad'ın duruşu, insanlarla ilişki biçimi oldu. İstanbul'da olup da daha ilk günden beri büroya gelip giden çok sayıda insan var. Ama Diriliş'in asıl karakteri daha çok Üniversite'ye gelenler için ikinci bir okul oluşu. Hatta bazıları için sanki birinci üniversite burasıdır da, bu arda resmi üniversiteden de bir diploma alma fırsatını bulurlar. Okulda sorulmayan sorular, okulda verilmeyen cevaplar vardır burada. Gençler bir yandan üniversitede okurken bir yandan da Diriliş okuluna devam ederler. Bu nedenle dört-beş yılda bir buradaki yüzler de yenilenir. Okulunu bitirip Anadolu'ya dönenlerin önemli bölümü bu bağını koparmadan sürdürür. Daha seyrek de olsa ziyaretler devam eder. Çünkü burası bitmeyen bir üniversitedir. Diriliş'in, benim tanıklık ettiğim ikinci bürosu, yirmi yıl kadar kaldığı Derin Han'daki büro idi. Her seviyeden insan; binlerce öğrenci, öğretim üyesi, siyasetçi, bürokrat, bakan gelip gitti buraya. Sadece Türkiye'den değil, İslam dünyasının bir çok yanından ulaşanlar oldu bu adrese. Bu sese karşılık verenler. Diriliş'in belki de en bariz yanı, gelen herkese açıklığı oldu. Kimse geri dönmedi bu kapıdan. Hiçbir soru cevapsız bırakılmadı.
İstanbul dışında yaşayan biri olduğum için tabiatıyla Diriliş Yayınevini seyrek ziyaret edenler arasında sayılırım. Elbette müdavimlerinden olmak isterdim. Sırf bu yüzden İstanbul'da yaşayanlara gıpta etmişimdir. Doktora tezi çalışmalarını sürdürdüğüm 92, 93 yıllarının bilhassa yaz aylarında daha sık gittim Diriliş'e. İlk gidişi unutamam, Sezai Beyle ilk karşılaşmayı. Benim için heyecan verici bir buluşma olmuştu. Hakkında doktora tezi hazırlayacağım dışında ne dediğimi, ne sorduğumu hatırlamıyorum. Fakat büyük bir şairin, bir mütefekkirin huzurunda olmanın hazzını duymuştum. Gerek Üretmen handaki gerekse Derin handaki Diriliş büroları, bir yayınevi değil edebî bir mahfildi. Ben, 'Diriliş evi' diyorum. Kimine bir soluklanma, kimine coşkulanma, kimine de bir çeşit dirilik eviydi. Bu mekânlara gelenler bilhassa Sezai Beyle tanışmaya, onu dinlemeye gelirlerdi. Çünkü Anadolu'da yaşayıp şiirle yazıyla uğraşanların İstanbul'a gittiklerinde görmek istedikleri ilk isim, kuşkusuz Sezai Karakoç'tur.
Sezai Bey, ilk defa gelenlere nereden geldiklerini sorar, o yerle ilgili düşüncelerini anlatır kimi zaman. Konukların fazlaca konuştuğunu hatırlamıyorum. Sezai Bey de ziyaretçilerden bir soru sadır olursa konuşurdu. Dakikalarca susulduğu da olurdu. Zihnimde kalan, doksanlı yıllarda Sezai Beyi ziyarete gelenler arasında daha çok yazar ve şair simalar vardı. Osman Bayraktar'la, Kamil Eşfak Berki'yle, Ömer Erdem'le, Mustafa Kirenci'yle Üretmen handaki büroda tanıştığımı hatırlıyorum. Son yıllarda sanki ziyaretçi profilini değişmiş gördüm. Daha çok gençler geliyor. Ya da ben uğradığımda öyle denk geldi. Bir kısmı çok cesur; akıllarına gelen her şeyi soruyorlar, söylüyorlar.
Şunu da belirtmem gerekir, Sezai Bey, misafirlerine mutlaka çay ikram eder. Mevsimine göre ikramlar arasında meyve de bulunur.
Diriliş Yayınları'nın Cağaloğlu'daki bürosuna 1997 yılının yazında ilk kez gittiğimi hatırlıyorum (Yoksa 1998 miydi?) Gitmeden önce adres sormak için yayınevinin telefonunu aramıştım. Sonradan Sezai Karakoç olduğunu anladığım telefondaki ses bana ziyaret sebebimi sormuş, ben de Karakoç'u ziyaret etmek istediğimi söylemiştim. Telefondaki ses 'Ne yapacaksın Karakoç'u?' demiş ve yerlerini uzun uzun anlatmıştı.
Bu ilk gidişimi daha sonra bir gazetede yazdım. Orada konuştuklarımızı da. Ama sonraları çok pişman oldum. Çünkü mahrem sayılabilecek şeyler de vardı o konuşmanın içinde. Sonraları Karakoç'u ziyaret etmenin bir adabı olduğunu fark ettim. En önemlisi de mahremiyete saygıyı, her duyduğumu yazmamayı, yaymamayı öğrendim.
Oraya her gruptan insan gelirdi. Devlet yöneticilerinden öğrencilere, yazar-çizerden herhangi bir okuyucuya herkesin teklifsiz, randevusuz Sezai Karakoç'la konuşabildiği bir mekandı Diriliş Yayınları ofisi.
Tabii ofis deyince gözümüzün önünde lüks mobilyalarla döşenmiş, manzaralı, rahat, modern bir çalışma ortamı gelmemeli. Bir bölümünün depo olarak kullanıldığı, kalan 12-15 m2lik kısmında da Üstad Karakoç'un ve misafirlerinin oturması için iki masa ve bir kaç sandalyenin bulunduğu, sade bir mekandı orası. Küçüktü ama muazzam bir ağırlığı ve manevi bir atmosferi vardı.
Orada herkes Sezai Karakoç'a ulaşabilir, en olmadık soruları sorabilir ve muhabbet edebilirdi. Gerçi Üstad'ı tanıyanlar bir müddet sonra soru sormamaya ve sadece oturup dinlemeye giderlerdi. Ama siz soru sormasanız bile muhakkak ilk kez orayı ziyaret eden bir genç, bir okur gelir ve sizin için muazzam bir fırsata dönüşecek sorular sorabilirdi Üstad'a. Üstad da hiç üşenmeden hepsine cevaplar vermeye çalışırdı. Orada Monna Rosa'nın hikayesini soranlara da rastladık, isimler vererek diğer şair ve yazarlar hakkında ne düşündüğünü merak edenlere de. Bu şekilde sormak isteyip de soramadığımız birçok sorunun da cevabını alırdık.
Diyebilirim ki en çok bu 'tecrübesiz ziyaretçi'lerin sorularına verdiği cevaplar hoşumuza giderdi. Oradan ince nüanslar yakalamaya çalışırdık. Çünkü Üstad'ı tanıdıktan sonra artık soru sormaya cesaret edemiyordunuz. Karşınızda Türkiye'nin en büyük şairi, büyük düşünce ve sanat adamı vardır. Huzurunda sadece edeple oturur ve susarsınız. Ama yeni gelenlerin sorduğu sorular size, ondan yeni şeyler duyma/öğrenme fırsatı veriyordu.
Sezai Karakoç'un tüm yazı ve şiirlerinde hissettirdiği şeyi, Diriliş Yayınları'nın ofisinde de hissederdiniz. Orada dünya rahatına değer vermeyen bir adam görürdük. Ömrünü davasına adamış, dünyayı elinin tersiyle itmiş bir dava adamını.
Diriliş Yayınları'nın bürosu bir okul gibiydi bizim için. Yıllar içinde orada çok farklı simalar gördük. Mehmet Görmez'den Atilla Koç'a, Ahmet Ertürk'e kadar birçok devlet yetkilisine, Sibel Eraslan'dan, Mustafa Karaalioğlu'na, Yusuf Kaplan'a birçok yazar ve sanatçıya orada rastlamak mümkündü. Türkiye'de düşünceye ve sanata değer veren birçok sima, bu küçücük mekanda Karakoç'un misafiri olurdu.
Benim Sezai Karakoç ile tanıştığım ve Büroya gidip geldiğim ve bir süre büroda fiilen çalıştığım dönemde (1974-1977, İTÜ'de Makina Mühendisliğinde ögrenci idim) Diriliş'in yeri; Istanbul, Cağaloğlu'unda Üretmen İş Hanı'nın 4. Katında, 413 Nolu büroda idi. Diriliş yayınları ve faaliyetleri 20 yıl bu tek odalı büroda yürütüldü. Büro, 12-15 metrekare civarındaydı. Her şey bu büroda idi. Derginin, kitapların yayınlandığı, kitapların depo edildiği, kitap ve dergi abonesi, satışı, ve dağıtımının yapıldığı, ziyeretçilerin kabul edildiği ve üstad ile birlikte oturduğumuz yer burası idi. Bütün faaliyetler bu bürodan yürütülüyordu. Derginin yayımlanmasına, sürekli olarak yardım eden ve büroda o dönemde sürekli olarak bulunan iki kişi idik: Mesut Güvenli ve Ben. Derginin ve kitapların tashihine basımına, matbaa işlerine yardım ediyor, dağıtımını ve postalanmasını yapıyorduk. Oda Güneye bakıyor, jaluzi perdeli pencerelerin önünde, duvara ve birbirine bitişik iki masa vardı. Birinde, Üstad oturur digerinde, Mesut ile ikimiz, yanyana otururduk. Odada toplam 5 sandalye vardı. 5 den fazla kişi olursa kapıya doğru küçük koridorda, ayakta beklerdi.
Oda depo gibi idi adeta. Tavana kadar kitap doluydu. Kitapların arasındaki dar koridordan geçerek yerine geçerdi Üstad.
Öğrenciliğimde Istanbul'da Vakıflar yurdunda kalıyordum. İlk olarak, Üstad'ın Fatih Yayınevi tarafından basılan 'Yazılar' (İslam, Dirilişin Çevresinde ve Farklar kitaplarının biraraya getirilmesiyle oluşan kitap) ile 'Hızırla Kırk Saat'i okumuştum. Çok etkilendim. Teshir olmuştum, büyülenmiştim. Gençler olarak Fikri açlık içindeydik. Bu kitapları okuyup Müslüman olmayan kalırmı ve İslamın bilincine varmayan olur mu diye düşünüyordum. Yarabbi bu yazılar ne muhteşem kudretti. Kitabı gece yastığımın altına koyuyor. Bir yazı okuyor. Uyuyor, tekrar kalkıyor ve tekrar bir makale daha okuyup uyuyordum. Yazılar kitabını harçlığımın sonuna kadar alıp yurtta dağıtıyordum: Bu kitabı herkes okumalıydı. Fatih yayınevi, nedense, bana bir seferde, 20'den fazla kitap vermiyordu.
1974 yılında, Kıbrıs harekatının yapıldığı yıl, 1 Temmuzdan Ağustosun sonuna kadar Üstad, Milli Gazetede, 'Sur' başlıklı köşe yazıları yazdı. Ben o yazı Isparta'da Merkezde, geçirdim. Sabah erken gazatelerin paketi açılmadan bayiye gider, bekler, Milli Gazeteyi alır ve ikindiye kadar defalarca o yazıyı okur ve ikindiden sonra her gün iki ay boyunca Istasyon Caddesindeki parkta arkadaşlarla sohbet ederdim. O arada, Atasoy Müftuoğlu'undan Diriliş'in yeniden çikacağını öğrendim ve Isparta'dan 52 abone kaydettim. Eylülde Istanbul'a Üstad'a götürdüm. Eylül ayında 4. Dönem olarak Diriliş dergisi 96 sayfa olarak tekrar yayımlanmaya başladı. Benim de büro ile bağlantım başladı. 1976'ya kadar dergi boyutunda yayımlanmaya devam etti. 1976'nın Mayıs ayından sonra Pazartesi ve Perşembe Günlüğü şeklinde hatada iki kez olmak üzere, 2 veya 4 sayfa olarak gazete boyutunda yayımlanmaya başladı. Gazeteleri Topkapı'dan otobüslere vererek abonelere gönderirdik. Üstad günlük gazete çıkarmayı çok arzu ediyordu. Ama olmadı.
İTÜ'den Makina Mühendisi olarak mezun olmuştum. Adığım burs dolayısıyla Mecburi hizmetim vardı İzmir'e atandım. Ve Ekim 1977'de İstanbul'dan ve Dergideki çalışmamdan ayrıldım. İzmir'de mesleki hayata başladım.
Üstad Sezai Karakoç'un kurduğu ve yayınladığı 'Diriliş' dergisi, 1960-1992 yılları arasında farklı zaman dilimlerinde, 7 ayrı dönem olarak çıktı. İlk kez 1960 Nisan'da yayınlanmaya başlamış ancak 2. Sayıdan sonra Bu dönemi Üstad hatıralarında şöyle anlatıyor: 'Yeni bir nesil gelmişti. Ortam otuz yıl öncesine göre çok değişmişti. Düşünüşte bir tazelenmeye ve yenilenmeye ihtiyaç vardı. Yeni bir dil ve üslup gerekliydi. Bir süredir daldığım metafizik düşüncelerde kendini ifade için beni zorluyordu. Bu fevkalade şartlar içinde doğdu Diriliş' (23 Şubat 1990)
Dergi 2 sayı çıktıktan sonra 27 Mayıs ihtilali olur. Bu nedenle ara verilir. 1966-1967 yılları arasında 12 sayı yayınlanır. 12 sayı sonrasında dergi maddi sebeplerle kapanır. Sonrasında 1969, 70, 71 yılları arasında toplam 16 sayı çıkar. Hatıralarında 'Üçüncü kez,1969 Ekim›inde başlayıp aylık olarak 16 sayı çıkardığım Diriliş,1971 Ocak ayında artık çıktığı yokuşu tırmanılamayacak derecede dik bulmağa başlamıştı' sözleriyle anlatır bu dönemi. Diriliş daha sonra 1974- 1976 yılları arasında 18 sayı çıkar. 5. Dönem olarak adlandırabileceğimiz dilim, Ekim 1979 ile Eylül 1980 arasında, toplam 12 sayı olarak yayınlanır Diriliş. Sonrasında 6. Dönem'de yaklaşık iki buçuk yıl günlük gazete olarak devam eder. 16-17 Haziran 1983 tarihinde ise yeniden bir ara verilir. Bu sayıda 'Ara Veriş' başlıklı bir yazı kaleme alan Sezai Karakoç, 'Benim için kitap, dergi, gazete araçtır. Amaç değil' der.
Son dönem ise 23 Temmuz 1988'den 5 Şubat 1992'ye kadar devam eder. 133. sayısından sonra kapanır.