Geçen sene Karaköy Vapur İskelesi, sâhilden kopmuş ve denize batmıştı. Başbakan Adnan Menderes döneminde de Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın yaptırdığı Karaköy Câmii denize battı rivâyetlere bakılırsa. İşte şu an yok olmuş olan Karaköy Câmii'nin hikâyesi ve Kınalıada Câmii ile ilişkisi.
Havaların ısındığı, İstanbulluların akın akın adalara gittiği şu günlerde Kınalıada'ya yolunuz düşerse, adanın tek câmisi olan Kınalıada Câmii'ne bir uğrayın. İstanbul'un en değişik câmi modellerinden biriyle karşılaşacaksınız. Esâsen tabelası olmasa, câmi olduğu bile anlaşılmıyor. Hele minâresi… Sanırım Türkiye'de en ince minâreli câmi burası. Tabii buna minâre denirse. Ne şerefesi var, ne merdiveni, ne de külahı. Zîrâ bu minâreye müezzin çıkmıyor. Tepesine konan hoparlöre, direk vazîfesi görsün diye dikilmiş sanki. En fazla bir telefon direği, ya da sokak lambası direği kalınlığında bir minâre. Câminin de kubbesi yok zâten. Uzay üssünü andıran mîmârîsiyle, bu câminin hikâyesi de kendisi gibi ilginç.
Karaköy Vapur İskelesi'nin karşısındaki Ziraat Bankası'nı herkes bilir. Yıllardır orada. Peki hemen arkasında bir zamanlar zarif bir cami yükseldiğini kaç kişi biliyor? İşte hikâyemiz bu câmi ile başlıyor.
Sultan 4. Mehmet dönemi sadrazamı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, bir zamanlar Yağkapanı ismiyle bilinen bu yere, aynı isimde bir câmi yaptırmıştı. Çarşıkapı semtinde de bir külliye yaptırmış olan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın hayatı harp sahalarında geçmiş fakat 2. Viyana kuşatması esnâsındaki başarısızlığını başıyla ödemişti. Belgrad'ta defnedilen Merzifonlu'nun Karaköy'deki câmisi, daha önce burada bulunan, Fâtih döneminden kalma bir mescidin kalıntıları üzerine yaptırılmıştı. Fevkânî olarak yapılan bu câmi, zamanla harâbeye döndü. Ve Sultan 2. Abdülhamid tarafından 1903 yılında, vakfına âit dükkânlarıyla birlikte yeniden inşâ ettirildi. Dönemin meşhur İtalyan mîmârı Raimondo D'Aronco'nun eseri olan câmi, artnouveau üslûbunda ve sekizgen planlı idi. Alaattin masallarındaki soğan kubbeli sarayların mîmârî tarzını andıran câminin minâresi de aynı üslûpta, benzerine pek rastlanmayan bir görünümdeydi. Sekizgen gövdesi, tıpkı câmi gibi tamâmen mermerle kaplı minârenin, arap üslûbunda sevimli bir de şerefesi vardı. Bu câmi Karaköy Meydanı'na öyle yakışıyordu ki; uzaklardan görülen Galata Kulesi'yle de, bölgenin batı üslûbundaki mîmârî yapısıyla da tam bir uyum içindeydi. Eski kartpostallarda ve siyah-beyaz fotoğraflarda da bunu görmek mümkün.
20. yy başlarına geldiğimizde beynelmilel ticâret merkezi hâline gelmeye başlayan Karaköy'de, artan trafik yoğunluğunu rahatlatmak maksadıyla yol genişletme çalışmalarına başlandı. Nihâyet 1958 yılında Karaköy Câmii, eski fotoğraflardan da görüleceği üzere, yola hiçbir engeli olmamasına rağmen sebepsiz yere yıkıldı. Câmiyle aynı hizâda olan Ziraat Bankası'na ise dokunulmadı. Halkın tepkisinden de çekinildiği için taşlar numaralandırılarak sökülen câmi, Kınalıada'ya taşınacağı ve oraya aynen monte edileceği söylendi ilk zamanlar. Zîrâ 1950'li yıllara kadar adada cami olmadığı için, adanın Müslüman halkı, Başbakan Adnan Menderes'ten adaya bir cami yapılmasını istemişlerdi. Bu yüzden Menderes, 1958' de Karaköy meydanındaki yerinden sökülen câminin adaya aynen monte edileceğini söylemişti.
Her bir parçasına numara verilen câminin taşları gemiyle Kınalıada'ya götürülürken, yan yatan gemi sebebiyle taşların denize döküldüğü de söylentiler arasında ( Prof. Dr. Afife Batur'a İstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğü'nden verilen cevaba bakılırsa ). Camiden kalan iki parça mermerin birisi, şimdiki Kınalıada Camii'nin avlusunda yatıyor. Diğeri, aynı caminin duvarının yapımında tuğla niyetine kullanılmış. Kubbe, şerefe, külah vs. gibi birçok unsurlar kaybedildi. Abanoz ağacından oyma, nakışlı ahşap mihrabı ve minberinin, Mercan'daki Atik İbrahim Paşa Câmii'ne monte edileceği söylentisi de gerçek çıkmadı. Mihrabın, şu an Kasımpaşa'daki Yahya Kethüda Camii'nde bulunduğu da söylentiler arasında. Halıları, saatleri, şamdanları ve Venedik'ten getirilen muhteşem avizelerini ise bir daha gören olmadı. Günlerce kamuoyunu meşgûl eden, gazetelerde boy boy haberleri çıkan câmiden iki taş kaldı yadigar...
Üsküdar'dan Gebze'ye kadar olan bölge Tekfurluk yani mülki idare merkeziydi. Bugün Sultanbeyli ilçesinin sınırları içerisinde bulunan, tarihi Aydos kenti ve kalesiyle, Sultanbeyli ovası ise antik çağ ve sonrasında, kavimler yolu üzerinde önemli bir ara istasyon durumundaydı. Asya-Anadolu tarafıyla, İstanbul-Avrupa arasındaki ana ulaşım yolu bu bölgeden geçtiğinden, bütün askeri ve sivil ulaşım açısından büyük önem taşımaktaydı. Aydos'un içinde bulunduğu bu bölge, İstanbul ile Anadolu'nun bağlantı yolu üzerinde olması sebebiyle fetihten önce İstanbul'a sefer düzenleyen Türk orduları tarafından öncelikle fethedilmesi gereken bir anahtar konumundaydı. Orhan Gazi, Abdurrahman Gazi'yi Üsküdar'a kadar olan toprakların fethine memur etti. Bu kalelerden en muhkem olanı, bugünkü Kartal - Maltepe yakınlarındaki Aydos kalesi idi.
Abdurrahman Gazi ve silah arkadaşları, buradan önce Gebze kalesini muhasara ettiler. Böylece Aydos'a giden yardım yolları kesilecekti. Aydos tekfurunun Eleni adında güzel, güzel olduğu kadar da akıllı bir kızı vardı. Eleni o günlerde bir rüya görmüştü. Rüyasında önce Peygamberimizi görmüş, sonra içi ateş dolu korkunç bir kuyuya düşmüş, çıkmaya uğraştıkça batıyor bulmuştu kendini. Tam ümidini kesmişken bir Osmanlı bahadırı elini ona uzattı ve kuyudan çıkarttı. Bu sırada kan ter içinde uyandı. Hemen rüyasını, hizmetini gören ihtiyar kadına anlattı. O da rüyayı şöyle tabir etti: “O gördüğün bahadır seni nikahlayacak ve Cehennemlik olmaktan kurtarıp Cennet ehlinden olmana vesile olacak.” Eleni uzun zaman bu rüyanın tesirinden kurtulamadı ve her gün geç saatlere kadar kale burçlarına çıkıp rüyada gördüğü o genci gözlemeye başladı. Evet, o bahadır Abdurrahman Gazi'den başkası değildi. Gebze kalesi önlerinde bir hafta kalan Abdurrahman Gazi, buranın fethinin uzayacağını anladı ve askerlerini orada bırakarak, üç arkadaşı ile birlikte Aydos kalesi önüne geldi. Bu sarp kayalara kurulu kalenin nasıl ele geçirileceğini düşünerek burçlara bakıyordu. Tam bu sırada, yolunu gözleyen Eleni onu gördü. Eleni onun niçin buraya geldiğini biliyordu. Hemen bir kağıt buldu ve şunları yazdı: “Sabah şafak sökerken, şu anda bulunduğunuz yere geliniz. Sizi ve arkadaşlarınızı kaleye alacağım.” Bu kağıdı bir taşa sararak Abdurrahman Gazinin önüne attı. Abdurrahman Gazi ayakları dibine düşen taşı görünce, kimin attığını merak edip yukarı baktı ve Eleni ile göz göze geldi. Hemen kağıdı okudu ve arkadaşlarına olanları anlattı.
Sabah namazlarını erkenden kıldıktan sonra aynı yere geldiler. Eleni burçların üzerinde onları bekliyordu ve bir ucunu burçlara bağladığı uzun bir halatın diğer ucunu onlara attı. Hemen kaleye tırmanan Abdurrahman Gazi ve arkadaşları, Osmanlı tehlikesinden gayet emin bir şekilde, Ertesi gün de bu esirlerle birlikte Eleni'yi Bursa'da, Orhan Gazi'nin huzuruna çıkardılar. Abdurrahman Gazi olanları arzettikten sonra Orhan Gazi, bu Rum kızını Abdurrahman Gazi ile nikahladı. Bu hanımından oğulları oldu. Bunlar, ilk Osmanlı akıncılarından oldular ve tarihte Rahmanoğulları adıyla anıldılar.