Suudilere reddiye: Haremeyn ve sultanlar 2

04:0011/05/2020, Pazartesi
G: 11/05/2020, Pazartesi
Zekeriya Kurşun

Tarih, ulus devletlerin oluşturulmasında kullanılan en önemli araçlardan biridir. Özellikle 18. yüzyıldan itibaren keşfedilen bu sihirli yöntem, yani tarihin araçsallaştırılması, 19. yüzyılda zirveye ulaşmıştır. Batı’da ve Doğu’da, dünyanın hemen her yerinde; tarihi olmayanlar bile, kendilerini mümkünse uzak bir geçmişe bağlamak için ellerinden geleni yapmışlardır. 20. Yüzyıl’da tarih araştırmalarının bu denli artması, büyük fonlarla desteklenmesi ve hemen hemen her ülkede kurumsallaştırılması da

Tarih, ulus devletlerin oluşturulmasında kullanılan en önemli araçlardan biridir. Özellikle 18. yüzyıldan itibaren keşfedilen bu sihirli yöntem, yani tarihin araçsallaştırılması, 19. yüzyılda zirveye ulaşmıştır. Batı’da ve Doğu’da, dünyanın hemen her yerinde; tarihi olmayanlar bile, kendilerini mümkünse uzak bir geçmişe bağlamak için ellerinden geleni yapmışlardır. 20. Yüzyıl’da tarih araştırmalarının bu denli artması, büyük fonlarla desteklenmesi ve hemen hemen her ülkede kurumsallaştırılması da bundadır.

Eski Osmanlı coğrafyasının bu gelişmeden uzak kalması mümkün değildi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarındaki tarih tartışmaları ve Türk Tarih Kurumu’nun varlığı da bunun bariz bir göstergesidir. Bir istisna dışında, Osmanlı sonrası kurulan diğer Arap devletleri de benzeri arayışlara girmişlerdir. Mesela doğu Arap dünyasının en küçük devletlerinden biri olan Lübnan, geçmiş olarak, Fenikelileri keşfederken; Batı Arap dünyasında yine küçük bir devlet olan Tunus da Kartacalılar üzerinden kimlik inşa etmeye çalışmıştır.

Suudi Arabistan’da bu durum, tam tersine işlemiştir. Suud hanedanlığı kendi varlığını tarihi tespiti yerine; tarihin inkarı üzerine bina etmiştir. Kuşkusuz bunun iki temel nedeni vardı. Birincisi bedevi kültür anlayışının medeni hayatın tesisine yarayan tarihi reddetmesidir. İkincisi ve daha önemlisi ise Vehhabiliğin tarih telakkisidir.

Muhammed bin Abdülvehhab öncesini, küfür, dalalet ve cahiliye olarak niteleyen Vehhabilik, 18. yüzyıla kadar yaşanan bütün tarihi birikimi reddederek işe başlamıştır. İnançlarının merkezine oturttukları “tevhid” anlayışına göre; kıymet verilen, kutsanan veya vesile kılınan her şeyi “bid’at” olarak görmelerine sebep olmuştur. Bid’at ise şirk, yani Tanrı’ya ortak koşmak anlamına geldiğinden; kime ait olursa olsun, geçmişe ait her hatıra; dolayısıyla tarih topyekûn reddedilmiştir. Muhammed b. Abdülvehhab’ın öğretisinin ortaya çıktığı ilk yıllarda, yaşadığı Hureymila civarında sahabiden Zeyd bin Hattab’ın kabrini, şirke vesile oluyor diye tahrip ettirmesi de bu anlayışın sembolü olmuştur. Nitekim hakimiyetlerine geçirdikleri her yerde, mezarların üstündeki türbe ve işaretleri tahrip ve buraları ziyaretten men ederek, sözde şirki ortadan kaldırdıklarına inanmışlardır. Buna Mekke ve Medine’deki sahabe kabirleri de dahildir.

Suudiler, özellikle 1960’lı yıllardan sonra tarihin kullanılabileceğini keşfetmişlerdir. Ancak tarihe yoğunlaşmaları büyük ölçüde son çeyrek asırda olmuştur. Fakat bu dönüşüm, beraberinde farklı bir sorun daha getirmiştir. Suudi hanedanının çıktığı Necid coğrafyasının genellikle bedevi, yani yerleşik olmayan kültürü temsil etmesi ve orada yerleşik Hicaz bölgesinde veya Yemen taraflarındaki kadar tarihi birikimin olmaması, zihinlerinde bir ikilemi doğurmuştur. 1980’li yıllarda Mekke’de, Ummulkura Üniversitesinde başlayan Hac ve Haremeyn araştırmaları, İslâm tarihinin değişik devrelerine ama özellikle Osmanlı asırlarına dikkatleri çekmesi, hanedanın doğduğu coğrafyalardaki mutaassıp çevreleri rahatsız etmiştir. Diğer taraftan Medine’de, Davudiye bölgesinde eski bir Osmanlı Valisinin (Davud Paşa’nın) vakfı üzerine kurulmuş olan Medine Araştırmaları Merkezi’nin çalışmaları da aynı hassasiyeti doğurmuştur.

İyi bir tarih okuyucusu olan ve tarihin araçsallaştırılabileceğini keşfeden Kral Selman, veliahtlığı zamanında bir atılım yaparak, Riyad’da Daretül Melik Abdulaziz’i (Kral Abdülaziz Araştırma Merkezi) kurarak, dikkatleri Hicaz bölgesinden Riyad’a çekmeye çalışmıştır. Tabii olarak tarihi geçmiş ve birikim üzerine kurulan Hac ve Medine Araştırmaları merkezlerinin önce faaliyetleri yavaşlatılmış, ardından tamamıyla Riyad’daki merkezin idaresi altına alınmıştır. Böylece, ülkedeki tarih yazımının tamamı bir yerden idare edilir hale gelmiştir.

Bunda yadırganacak bir şey olmadığı açıktır. Tarih araştırmalarının bir merkezden idare edilmesi hem tarih araştırmalarına kaynak aktarma bakımından ve hem de geliştirme bakımından pek çok ülkenin benimsediği bir yöntemdir. Ancak buradaki asıl siyaset, dikkatlerin tamamen Riyad ve çevresine (Necid bölgesine) çekilip tarihin Muhammed bin Abdulvehhap ile başlatılmasıdır. Vehhabi ulemasının tarihi ihya konusundaki dirençlerine rağmen, Selman’ın kurduğu merkez, 2002 yılından itibaren ciddi bir atak yaparak genç nesilleri tarihin Necid’den başladığına inandırmıştır. Bu yeni yaklaşım, Hicaz bölgesindeki kadim tarihi ortadan kaldırma siyasetini de beraberinde getirmiştir.

Hicaz, Hz. Peygamber’den sonra bütün Müslüman devletler tarafından önemsenen ve imarına önem verilen bir bölge olduğu için burada her dönemin eserine, vakıflarına rastlamak mümkündür. Ancak en son ve en çok görünen Osmanlı eserleridir. Bu yüzden öncelikle onlar hedef alınmıştır.

Mekke, Medine ve özellikle Kabe’de Suud kralları adına yapılan genişletmeler ve ilaveler bir taraftan ihtiyaç duyulan hac hizmetlerinin geliştirilmesi olarak sunulurken; diğer taraftan da tarihi izlerin silinerek Haremeyn’e Necid damgasının vurulmasını sağlamıştır. Nitekim daha sonraki yazılarımızda ele alacağımız Osmanlı eserleri etrafındaki son tartışmalar da aslında, Suudileştirme veya Necidleştirme faaliyetlerinin bir yansımasıdır. Aynı zamanda tarih üzerinden Türkiye’ye açılan anlamsız ve umutsuz bir savaştır.

#Tarih
#Mekke
#Medine