Sorunu mahallinde aramak

04:0030/04/2020, Perşembe
G: 30/04/2020, Perşembe
Zekeriya Kurşun

Dünya ve tabii olarak ülkemiz zor bir dönemden geçerken, kendimizi zamansız bir tartışmanın içinde bulduk. Zamansız ama manasız olmayan bir tartışmanın içinde.Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın bir din adamı olarak İslam’ın kurallarını ve uyarılarını cami minberinden anlatması mesleki ve ahlaki görevidir. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti yasalarının ona verdiği yetki ve görevler de bunu yapmasını emretmektedir. Kendisine verilen görevi yapmaması yani cami minberinden Kur’an’ı anlatmaması hukuku ihlaldir.Ankara

Dünya ve tabii olarak ülkemiz zor bir dönemden geçerken, kendimizi zamansız bir tartışmanın içinde bulduk. Zamansız ama manasız olmayan bir tartışmanın içinde.

Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın bir din adamı olarak İslam’ın kurallarını ve uyarılarını cami minberinden anlatması mesleki ve ahlaki görevidir. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti yasalarının ona verdiği yetki ve görevler de bunu yapmasını emretmektedir. Kendisine verilen görevi yapmaması yani cami minberinden Kur’an’ı anlatmaması hukuku ihlaldir.

Ankara Barosu ve onunla birlikte aynı ıslığı çalanlar, Diyanet İşleri Başkanı’nın söylediklerine inanmıyor olabilirler. Ama hukuku da atlayarak hezeyan derecesine vardırdıkları ithamları, Müslüman mahallesinde salyangoz satmaktır. Hayat tarzı ne olursa olsun İslam’a ve onun kitabına saygı duyan ve özellikle Ramazan ayında bu saygısını kat kat arttıran bir toplumda, Diyanet İşleri Başkanı’nı hedef almak cami kenarına bevletmekten başka bir şey değildir.

Burada onların inançlarını değil, fiillerini tartışıyorum. Zira hamdolsun ki mensup oluğumuz din bize; “lekum dinukun ve liye din”; yani onlar için söyleyecek olursak, “benim dinim bana, senin ki de sana” hükmünü asırlar önce vermiştir. Yani bugün bütün dünyayı rahatlatacak ve ideolojik saplantısı ve patolojik sapkınlığı olmayan herkesin çağdaş kabul edebileceği bu hüküm, asırlar öncesinden verilmiştir.

Ankara Barosu’nun veya içindekilerden bir bölümünün inançlarını sorgulamak benim işim değildir. Ama fillerini sorgulamak hakkımdır. Beni, çevremi, ailemi ve ülkemi hedef alan bir fiil karşısında susmak bir suçtur, bu davranışı ihbar etmek ise bir vatandaşlık ama daha önemlisi insanlık görevidir.

İşin hangi tarafında durduğumuz ortadadır. Ama madalyonun bir de öteki yüzü vardır. Söz konusu hezeyanları üretenler, kendi karanlıklarına hangi ışığı tutmaktadırlar? Veya bir din adamını susturma, Kur’an’ın hükümlerini söyletmeme cesaretini nereden almaktadırlar?

Daha vahimi, bunu nasıl hukukileştirmektedirler?

Evet, lafı uzatmadan söyleyelim. Onlara bu hakkı veren 2011 yılından beri taraf olduğumuz İstanbul Sözleşmesi’dir ve bu sözleşme Türkiye’ye dar gelmektedir. Metni elden ele dolaşan bu sözleşmeye dayanılarak, “toplumsal cinsiyeti eşitliği” adına yapılan yorumlar, maalesef eşitliği değil; ayrımcılığı, insanlar arasında tefrikayı ve nefreti körükledi. Kadına şiddeti önlemek iyi niyeti adına “ucu açık ve her manaya çekilmesi mümkün olan” bu sözleşme maddeleri; eskilerin deyimiyle “fasığın fıskını, aşığın da aşkını” depreştirdi.

Tek başına bir sebep olmasa da bu sözleşme, herkesin birbirine tahammül ederek insanca yaşama düşüncesinden ziyade; ötekileştirme ve diğerini suçlama, başkalarının değerleri ve yaşantılarıyla alay etme, üstüne üstlük kadına şiddeti farklı bir seviyeye taşıdı.

İstanbul Sözleşmesi’nin eksenine oturtulan kadına şiddet, bütün dünyanın yüz yüze olduğu büyük bir mesele olduğunda şüphe yoktur. Buna çözüm aranması, bunun için çarelerin üretilmesi bir zorunluluktur. Ancak meselenin “erkeklerin topyekûn potansiyel suçlu olarak ilan edilmesi veya toplumun cinslere belirlediği rol ve tanımların ortadan kaldırılması” ile çözümlenmesinin de imkanı yoktur. En azından bu sözleşmenin yürürlüğe girdiği tarihten günümüze kadar toplanan veriler, elde edilen tecrübe bunu teyit etmektedir. Hangi cins olursa olsun, diğer cinsin muhtemel şerrinden korunması “cinsi ortadan kaldırmakla” değil; ancak insani erdemlerin geliştirilmesi ile mümkündür. İnsani erdemleri tüketip bu boyutta bir soruna çözüm aranması, azgın “köpeklerin çözülüp” kahramanların elinin- kolunun bağlanmasından başka bir şey değildir.

Elbette mesele büyüktür. Ortada durdurulması zaruri, akan bir kan vardır. Meydana getirdiği telaş, fırsatçılara imkan sağlamaktadır. Ama mütelaşi olmak yerine; soğukkanlı davranıp sorunu uzakta değil, mahallinde arayıp çözümü yakınlaştırmak gerekmektedir.

#İstanbul Sözleşmesi
#Ankara Barosu
#Ali Erbaş