Bu toplumun tuhaf bir sorunu var:
.
Hiçbir şekilde
, kritik zamanlarda,
olarak kullanılan bir
bu.
Toplumu germek için kullanılan bir “
”!
Son haftalarda,
Atatürk heykellerine yapılan saçma sapan saldırılarla, insanların giyim-kuşamlarına türlü tuhaf müdahalelerle yeniden hortlatılmaya çalışılıyor laiklik…
Bu yazıyı, linç edileceğimi bile bile yazıyorum. Hiç kimsenin, söyleneni anlamak ve üzerinde düşünmek gibi bir derdi yok. “
Vurun abalıya!” ilkelliği
tek geçer akçe hâlâ!
GERER VE HAKİKATİ LİNÇ EDER
Çağımızın en parlak düşünürü
, “
Tarih, olmuş bitmiş bir hâdiseler yığını değildir. Bitmez
” der.
Tarih bitmiştir, diyenler, aslında farkında olmadan, kendilerinin bittiğini itiraf ederler.
Tarih dinamiktir, statik değildir; durmaz, durmadan akar…
İnsan da irade sahibi bir varlıktır
; hem tarihi yapar hem tarihe bakar hem de tarihle akar…
Tarih, insanlığın canlı hafızasıdır. Hafızasını yitiren insan, nasıl eşyayı, insanları ve dünyayı tanımakta ve tanımlamakta zorlanırsa,
tarih bilincini yitiren toplumlar da, yaşadıkları sorunları anlamakta, anlamlandırmakta ve aşmakta zorlanırlar
. Sürgit yalpalarlar… Ve sürgit dünyaya bir çocuk gibi bakarlar, her şeye sıfırdan başlamak zorunda kalırlar. Türkiye, böyle bir ülke.
Tarih bilinci linç edildiği için, en temel varoluşsal sorunlarını bile anlamakta ve anlamlandırmakta çok zorlanıyor.
O yüzden önce
, sonra çeşitli şekillerde dayatılan, sonra da zamanla kaçınılmaz olarak gerçeğe dönüştürülen
sahte sorunlarla boğuşup duruyor yüzyıldır…
O yüzden yerinde sayıyor: Yüzyıl önceki sorunları tekrar tekrar yaşayıp duruyor. Bunun en son ama traji-komik örneği müftülere nikâh kıyma yetkisi verilmesi sorunu etrafında yaşanan tuhaf tartışmalar. Tartışmaların odak noktası, tam yüzyıl önce başladığımız yer: Laikliğin altı oyuluyor, diye feryat-figan ediliyor…
Sekülerlik ve laiklik kavramları, elbette ki, farklılıkları olan kavramlar. Dağıtmamak için, konuyu, laiklik kavramı üzerinden sürdürmek istiyorum.
BATI’DA LAİKLİĞİN UZUN VE KANLI BİR TARİHİ VAR…
Batı’da laikliğin uzun, uzun olduğu kadar da kanlı bir tarihi var.
Batı toplumlarının, modernliğe geçiş sürecinde sekülerleşmeye / laikliğe ihtiyaçları vardı.
Kilise Hıristiyanlığı, insan iradesini yok sayıyor, insanın özgürlüğünü ipotek altına alıyordu.
, dört bir taraftan Avrupa’nın içlerine kadar yayılan
, Kilise Hıristiyanlığı’nın, insanı, aklını, özgürlüğünü hiçe sayan donmuş dünyasından yola çıkarak hem ayakta durması hem de bu meydan okumaya cevap üretmesi mümkün değildi.
O yüzden
insan aklını, özgür iradesini keşfedebilmesi, Batılıların, İslâm medeniyetiyle girdikleri temas neticesinde mümkün
olabilmişti:
İslâm medeniyeti, modernleri doğurmuş, Batı’yı tarihe kışkırtmıştı.
Modernler, ancak Kilise’den kurtuldukları zaman, İslâm’ın geliştirdiği meydan okuma karşısında yok olmaktan kurtulabileceklerini farketmişlerdi.
O yüzden Batılılar, modernliğe geçiş sürecinde, Grek düşüncesini, Müslümanlardan öğrendiler -Arapça eserlerden.
Batılılar, Grek düşüncesiyle daha önce de ilişkiye geçmişlerdi İskenderiye’de.
Sonuç, tam anlamıyla fiyasko oldu: Grek düşüncesi, Hıristiyanlığı yuttu. Paganlaştırdı.
Ama Müslümanlar, Grek düşüncesiyle, Batılılardan / Hıristiyanlardan altı asır sonra irtibata geçtiler ama Hıristiyanlık gibi Grek düşüncesi tarafından yutulmadılar!
Grek düşüncesiyle, yani kendi felsefî kökleriyle, ancak Müslümanların yardımıyla irtibata geçebildiler Batılılar!
TÜRKİYE’DE LAİKLİĞİN ABSÜRD
GEREKÇESİ VE OLMAYAN TARİHİ
Altını çizerek söylüyorum:
Türkiye’de laikliğin tabiî bir tarihi olmadı, olamazdı: Laikliği zorunlu kılacak Kilise çağlarında yaşanan sorunlar yaşanmadı bu toplumda.
Özgür irade sorunu, insanın aklını kullanamaması, bir yerlere ipotek etmesi sorunu yaşanmadı hiç bir zaman. Dahası, en uç akımlar bile İslâm düşüncesi içinde yer aldı tarih boyunca…
Laiklik, dışardan ve tepeden dayatıldı bu topluma.
Laiklik, zihnimize giydirilmiş bir deli gömleğiydi. Hayatımıza vurulmuş bir pranga.
Bu topraklarda,
laik bir toplum icat etmek
ve
İslâm, toplumun hayatından uzaklaştırılmak
istendi.
, şuydu: “
Bu toplum geri kaldı. İslâm, bizi geri bıraktırdı. Dolayısıyla Türkiye çağdaşlaşmalıydı. Çağdaşlaşmanın tek yolu, laikleşmekti.” (!)
Bu gerekçe, bizim
zihnimizle de, tarihî gerçeklerle de alay eden sığ ve ürpertici bir gerekçeydi.
Oysa bir toplum, kendini inkâr ederek yeni bir atılım gerçekleştiremezdi. Kendini inkârın kaçınılmaz neticesi, intihar olabilirdi ancak.
Nitekim öyle de oldu, ne yazık ki.
Kimsenin laikliği tartışmaya ne mecali ne de entellektüel birikimi var. Sığlık diz boyu hem laik kesimlerde hem de İslâmî kesimlerde.
Temel sorunumuz sığlık bu ülkede.
Laiklik tartışılamaz bir dogma.
Oysa bu, tastamam
Laikliğin dogma hâline getirilmesi, zekâmızla alay edilmesi anlamına geliyor. Düşünsenize, laiklik, “değiştirilmesi bile teklif edilemez” bir madde olarak yer alıyor bu ülkenin anayasasında. Sadece bu ülkenin anayasasında şu koskoca dünyada! İyi de, neden peki?
Laikliğin anavatanı, dünyanın en laik ülkelerinde bile laikliğin tartışılmaz olması, dogma katına yükseltilmesi, laikliği tartışanların aforoz edilmesi gibi absürdlükler düşünülemez bile.
Celladına âşık tasmalı çekirgeler, gulyabanîler ülkesi!
Benim anlayamadığım mesele şu: Bir yandan hızlı ve sefih bir sekülerleşme süreci gözleniyor toplumda... O yüzden inanılmaz cinayet biçimleri yaşanıyor, boşanma oranları tavan yapmaya başladı... Toplumun, özellikle de genç kuşakların İslâm’la ilişkisi hızla aşınıyor… Öte yandan da, her fırsatta giyim-kuşam üzerinden, Atatürk heykellerine yapılan tastamam tezgâh olduğu anlaşılan tuhaf saldırılar gerekçe gösterilerek
Birileri laiklik üzerinden topluma sopa sallamaktan geri durmuyor…
Şunu aslâ unutmayacaksınız:
Bu toplum, tam altı asır, 72 millete, dine, ırka mensup toplumu bir arada yaşama tecrübesi üretebilmiş tek toplumdur. Bunu da laiklik üzerinden değil,
İslâm üzerinden başarabilmiştir.
Laiklik bizi bozar! Bozuyor da nitekim…
Vesselâm.