Bugün sizleri nefis bir İstanbul aşkı, hakikat aşkı yazısı ile baş başa bırakacağım. Böyle bir aşk hikâyesi görmediniz. Azerbaycan’dan Kocaeli’deki MTO Akademik Yaz Kampları’mıza iki güzel makalesiyle katılan Vuqar Azizov kardeşimizin uçağa binip de İstanbul aşkından ötürü Azerbaycan’a dönmekten vazgeçip uçağı terk ediş hikâyesini paylaşacağım. Vuqar kardeşimiz, ruh dolu biri. Kalemi de çok güçlü. Zihin açıcı okumalar… *** İSTANBUL’UN DİLİ: HAKİKATİN ANLAM HARİTASI Oysa bu şehirden ayrılmak ne kadar
Bugün sizleri nefis bir İstanbul aşkı, hakikat aşkı yazısı ile baş başa bırakacağım. Böyle bir aşk hikâyesi görmediniz. Azerbaycan’dan Kocaeli’deki MTO Akademik Yaz Kampları’mıza iki güzel makalesiyle katılan Vuqar Azizov kardeşimizin uçağa binip de İstanbul aşkından ötürü Azerbaycan’a dönmekten vazgeçip uçağı terk ediş hikâyesini paylaşacağım. Vuqar kardeşimiz, ruh dolu biri. Kalemi de çok güçlü. Zihin açıcı okumalar…
***
Oysa bu şehirden ayrılmak ne kadar zor, bir bilseniz. Bilmem bu şehir mi beni bu kadar seviyor; yoksa ben mi bu şehri? Oysa burası sadece bir şehir değil, burası konuşan canlı bir âyet. Her cami, her yapı, her şey konuşuyor... İstanbul konuşuyor... Buranın kendine has bir dili vardır. Bu dili çözmek hayatın anlamına bir kapıdır. Hayata bu kapıdan girmek, geleceğe yol almaktır. Hakikate çığır açmaktır.
2 gün önce, Ömer Uçur beylerin misafiri idik Yusuf Kaplan hocamla. Boğaz'ın nazlı görüntüsü, rüzgârın okşayıcı esintisi, soğuk değil, cana sıcaklık getiriyordu. Yusuf hocaya, “Hocam, buradan hiç gitmek istemiyorum” diye içimi döktüm. Ancak iki gün vardı. Ve ben gitmeli idim.
Amma İstanbul beni bırakmadı. Eşime hiç gitmek istemediğimi söyledim. Belki iki gün daha kalsak, ne güzel olurdu, dedim. Beni anlarcasına başını salladı, ancak ne çare ki, gitmek gerekiyordu. Kalmayı düşündüm. Çocukların yaşı, 18'e varmadığından Azerbaycan gümrüğünde sıkıntı olabilirdi. Zaman çok azdı. Bir türlü öğrenemiyorum çocuklar babaları olmadan da anneleriyle pasaport işlemlerinden geçebilirler miydi diye? Heyhat. Bir şey bulamadık. Zaman daha da yaklaşmış. Artık gitmek zamanı. Son bir defa iki cami - Valide-i Cedid ve Mihrimah - arasında durup, hasret ve kederle boğaza baktım. Vedalaştık. Telaşla hava limanındayız. Gecikmiş halde. Yetiştik. Uçakta yerimizdeyiz. Eşim bendeki kederi duymuş olacak ki, “keşke elimden bir şey gelse de burada biraz daha kalmana yardım edebilsem,” dedi. Ancak uçak 5 dakika sonra ayağını bu güzel topraklardan götürecekti. Suskunduk.
Ve... İşte, tam da bu an ben İstanbul’un beni bırakmak istemediğini gördüm. Hostesler, son işlemleri hayata geçirmekteydiler. Eşim dedi: “bi sorsan, geri dönmek mümkün mü?” Yok dedim, artık geç, uçak neredeyse havalanacak. “Ya sormakla ne kaybedersin?” dedi. O anda yanımızdan geçen hostesi durdurup: “benim bir işim çıktı, iptal edebilir miyim?” diye sormuştum. “Hayır, maalesef”, cevabı kalbime ok gibi saplandı. Ancak, uçağın çıkışına geçtikde geri dönerek, bana döndü, dur bi sorayım, deyip çıktı salondan. 1 dakika geçmeden birisiyle girdi içeri. Hızlı şekilde “iptal mı etmek istiyorsunuz?” dedi gelen adam. Eşimle bakıştık, yok diyemedik, çünkü öyle bir ortam durumu ortaya çıktı ki, yok dersek, sanki onlarla kafa bulmuş gibi olacaktık. İhtiyarsiz halde “evet” diyebildim. Eşim gülümsedi. “Hadi hadi, çabuk çıkalım” dedi eleman. Ne olduğunu anlamadan, kendimi birtakım kontrollerden geçerken ve açık havada buldum. Uçak artık rotasını Bakü’ye doğru tutmuş olmalıydı. Bense İstanbul’la baş başa. Şehir hava limanından bana gülümsüyordu.
Üsküdar’a vardım. Vapurdan iniyordum. İner inmez, veda ettiğim iki camiden yanık ezan sesleri göğe yükseldi. Beni Allah’a çağırıyordu. Evet. İstanbul, beni kendine değil, meğerse Allah’a çağırıyormuş. Gözlerimden fark etmeden yaşın çıktığını hiss etdim. Bu ne güzel bir tevafuk böyle.
İstanbul beni biraz daha kendi ruhunda ağırladı.
Necip Fazıl'ı hatırladım: Ruhunu bulda bul. İlle İstanbul’da bul, satırları sadrımı sardı.
Peygamber kokusu duyulan güzel şehir. O dudakta anıldın, temizlendin. Tüm dünya, İstanbul’a hasret, İstanbul kime hasret?
İstanbul, ağlıyor şimdi, Kudüs’ü arıyor mu acep? Ağlayan İstanbul içinde çılgın müzik sesleri, İstanbul’u dağlıyor biraz da. Fatih ağlıyor, Yavuz sızlıyor. Abdülhamid yanından geçen tramvay artık onun üstünden geçiyor sanki. İstanbul arıyor. Neyi arıyor? Ney’deki feryadı mı yoksa?
Biz mi İstanbul’dan alındık? İstanbul mu bizden? İstanbul Kudüs’ü arıyor. Çılgın sesler, eğlence her yeri sarmış, dualar ediliyor tekkelerden, duyulmuyor. Nefisler coşmuş durulmuyor. İstanbul Fatih'i arıyor, belki de Yavuz'un cesaretini.
Ölüler, toprak altta. Diriler yere çakılmış. Ölüler dirilmekte, diriler gömülmekte yarışıyor. İstanbul tersine çeviriyor. İnsanlar neyin peşinde. Dünya İstanbul peşinde, İstanbul neyin peşinde?
Toprağında yatan ölü bildiklerimizin ruhunu titretmekte... Toprak titriyor, bu ruh çıkmak istiyor. İstanbul ruhunu çıkarmak istiyor, diri zannedilenlerse, toprağı susturuyor. Kendilerini topraklara defnederek.
İstanbul, bekliyor. Yok, yok. Onu kurtaranı değil, kendindeki aşkı dışarı atmayı bekliyor. Bu aşk belki felaket. Belki şehadet. Kime felaket, kime şehadet? Çıkacaktır sonunda bir hikmet. Aman, aman. Etmeyin, durun durulun. Nefsiniz çılgın sesler içinden bağırıyor, ruhunu helak et. Ruh ağlıyor. Söylemek istiyor ama dinlemiyor, hazin bir ses çıkıyor mezarlardan, diyor: ey nefis, İstanbul’u hisset. Durdur zevkleri, uyandır kalpleri. Aldanma bütün bunlar hepsi âlem-i kesret. Dön, yüksel ve yönel, asıl yön ve durak sırr-ı vahdet. Mimarisiyle konuş, minarelerden bak, makamı hayret. İstanbul’u seyret. Kalbinden bu dili zikret. İstanbulu terket, bir bak nasıl canına okuyacak hasret. Dön yine İstanbul’a, hasretle. İstanbul olacaktır sana işaret. Her işaret, okunan bir âyet. Anlayacaksın ki, sendeki bunca zamandır ancak cehalet. İlminde yokmuş fazilet. İstanbul’un anlamında bulacaksın basiret. Suretinde değil maarifet. Ruhuna damlayan siretindedir keramet.
İstanbul, şehir değil, şehirden de öte. Manasında peygamberin “güzel” kelimesi nağme gibi okunmakta. Mazlumların yaşlı gözü, buraya bakınmakta. İstanbul, hayata türbelerden dokunmakta. İstanbul seni kucaklıyor amma, ruhun ondan kaçınmakta.
Batı’nın batağında, İstanbul’u istiyorsun. Ancak, İstanbul, evliya kanatlarında göğüsler aramakta. İnsanlıksa bataklıkta yıkanmakta.
Batıyor insan... Cesedinden ruhunu atıyor insan. İstanbul’dan çıkıyor insan. Aslında kaçtığı kendisindeki İstanbul’dur. Ne yazar ki, İstanbul’un içinde olmak, İstanbul’u içine sığdıramadıktan sonra.
İstanbul, özleri bulma mekanı. Kendi olma makamı. Uyan artık ey insan! Senin İstanbul’da olman yetmez, İstanbul’un da Sende olması lazım.
Okuduğum bir cümleyle bitireyim: “İstanbul’u hisset, çünkü o sana kim olduğunu söyleyecektir”.