Bazen yaşananları, hele de bütün değerlerin çözüldüğü, anlam haritalarının yırtıldığı katastrofik zaman dilimlerinde ne tür felâketlerle karşı karşıya olduğumuzu bize filozoflar değil, bilge insanlar, büyük sanatçılar daha iyi resmederler.
bu tür bilge insanlardan biridir.
başlıklı romanıyla, gelecekte olabilecekleri filozoflardan daha iyi, daha sarsıcısı bir dille tarif etmişti.
“
İnsanlara öyle zulmedilecek ki”
, demişti Huxley, “
insanlar, kendilerine yapılan bu zulümden haz duyacaklar.”
Hakikat-sonrası (post-truth) zamanlarındayız: Medya “bulundu”, hakikat yok oldu.
İnsan da, hayat da, hakikat de, hız, haz ve ayartı labirentinde kayboldu.
Hayatımız medyatikleşti, mekanikleşti ve ruhsuzlaştı: Hayata değemiyoruz:
Katilimizi cebimizde taşıyoruz: Celladımıza âşığız
... Cep telefonları, bizi her gün, her an öldürüp yok eden cellatlarımız aslında.
Hayata tutunmak için cep telefonlarına kaçıyoruz... Cep telefonları bizi acıtmadan, haz almamızı sağlayarak öldürüyor her Allah’ın günü...
Doğrudan / modern savaşlar dönemi çoktan tarih oldu.
Medyalarla ve örgütler üzerinden ayartıcı,
estetize yöntemlerle gerçekleştirilen dolaylı / sinsi postmodern savaşlar çağının ağlarında
yaşama savaşı veriyor insanlık!
Ülkeler açıkça, mertçe savaşmıyorlar; “alçakça”, yüzsüzce, yüzlerini, kendilerini gizleyerek savaşıyorlar: Bir bilgisayar butonuna basarak, hiç beklemediğimiz bir ânda, beklemediğiniz bir yönden üzerimize her ân bombalar yağdırılabilir artık...
ACI’SIZ ÖLÜM ZAMANLARINDAYIZ...
Acısız ölüm zamanlarındayız. Acı çekmeden ölüm... Acıma’dan öldürme zamanlarında...
Oysa en temel insanî duyguların ve duyarlıkların ölmesinin başlangıç noktasıdır, acının ölümü. Çünkü acının ölümü, kaçınılmaz olarak, beraberinde -merhamet anlamında- “acıma”nın ölümünü de, acı ve “acıma” duygusunun yitirilmesini de getirir. Ölümün öldürülmesi demektir bu.
İnsanı öldüren, yok eden şey, insanın bilfiil öldürülmesi ya da hayatın bitirilmesi değil, ölümün öldürülmesidir, yaşarken
dönüştürülmesidir insanın.
Çağımız, ölümün öldürüldüğü bir çağdır, hatta tek çağdır. O yüzden, çağımızı,
çağımızın insanını da
olarak adlandırabiliriz rahatlıkla.
ACI’NIN BİTMESİ: İNSANIN MERHAMETSİZLEŞMESİ
Acının, sanallaşarak / sanallaştırılarak bilgisayar marifetiyle yok edilmesiyle birlikte, insan, gerçeklik duygusunu yitirir.
İnsanın gerçeklik duygusunu yitirmesi, zamanla, bütün insanî özelliklerini, duygularını, duyarlıklarını, duyargalarını yitirmesiyle sonuçlanır.
Böylelikle
gerçek, sanallaşır ve buharlaşır
. Bu da, zamanla, insanın kendisinin sanallaşması ve buharlaşması sonucunu doğurur: İnsan, acı çekme ve acı duyma duygusunu da, “acıma” duygusunu da yitirdiği ândan itibaren biter çünkü.
HAYATA DOKUNAMIYORUZ ARTIK!
İçinde yaşadığımız çağı ne kadar anlayabiliyoruz; insanlar, nasıl bir dünyada yaşadıklarının ne kadar farkındalar acaba?
Asıl can alıcı soru şu tam bu noktada: İnsanlar, yaşıyorlar mı gerçekten; yoksa hayatı ve hayatın hakikatini; hakikati ve hakikatin hayatını yok etmek için birbirleriyle kıyasıya yarışıyorlar mı, hatta savaşıyorlar mı?
Bugün insan, insanlığından her geçen gün biraz daha uzaklaşıyor: Uzaklaşıyor; çünkü içinde yaşadığımız çağın ve bu çağın insanının etrafında döndüğü
tek gerçek, ölü-sevicilik gerçeği.
Sinema, televizyon, bilgisayar, internet gibi sanal, hayalî, kurmaca gerçeklikler üzerinde/n işleyen medyalar, gerçeğin değil, sanal’ın hükümrân olduğu bir dünyanın eşiğine fırlatıyor bizi.
Medya/lar, gerçeği, fizik gerçekliği öldürüyor, bizi sanal âleme mahkûm ve mahpus ediyor. Hayattan, dolayısıyla gerçekten uzaklaştırıyor.
Hayata dokunamıyoruz, değemiyoruz bile.
Hayatı öldürüyoruz. Acıyı, “acıma” / merhamet duygusunu öldürmekle, hayat gerçeği’nin yegâne hatırlatıcısı ölümü öldürüyoruz.
Ölümü öldürmekle, şiddeti dirilttiğimizi; şiddeti, dünyanın kralı ilan ettiğimizi fark edebiliyor muyuz?
Sonuçta,
hepimiz, ölü-sevicilere dönüşüyoruz
; ama ölümü öldürdüğümüz için, bu yakıcı, yıkıcı ve yok edici gerçeğin şiddeti görmemizi engellediğini göremiyoruz bile.
İnsan, duyargalarını, Rahman’ın engin rahmetine de açabilen, şeytan’ın ayartıcı iğvalarına da kapatabilen bir varlık.
Büyük, kurucu düşünür
İbn Sînâ, “varlık, iyi’dir; yokluk, kötü’dür” demişti.
Ve insanın insanca yaşayabileceği hakikatin ne olduğuna, nerede bulunduğuna bu dört kelimelik özlü cümleyle enfes bir şekilde dikkat çekmişti.
, “
iyilik varlıktadır, kötülük yokluktadır” sözünü ilk okuduğumda, beynimin nasıl zonk zonkladığını, ruhumda nasıl fırtınalar estiğini, önümde nasıl derin ve uçsuz bucaksız bir hakikat koridoru açıldığını, sürgit “işte bu, işte bütün mesele bu” diyerek engin bir tefekkür yolculuğuna çıktığımı, sayfalar dolusu şeyler yazdığımı bugün gibi hatırlıyorum.
Marifet, varlıkta gizli: Varolma kaygısında ve kavgasında değil, Vareden’le “bir olma”, Varlık’ın hakikatini, veçhelerini keşfe çıkabilme yolculuğunda...
Yok etmek, marifet değil. Marifet, varlığı, nasılsa, nasıl yaratılmışsa öylece seyre dalabilme,
Vareden’in hakikat tecellîlerini temâşâ edebilme seyrüseferine, doyumsuz yolculuğuna koyulabilmekte yani...