Din, hayattır. Dinin hayatı ise, hakikat. Hayat, hakikatle kâim ve dâimdir. Hakikat yoksa, buharlaşmışsa, din de, hayat da yok olmaya mahkûm, demektir.
Din, hayat ve hakikat ilişkisini en iyi kavrayan düşünürlerin başında
gelir. O yüzden Nietzsche, Batı’da ve başka medeniyet coğrafyalarında din ve hayat ilişkisinin kazısını yapmış,
yalnızca İslâm’ın hayatı öldürmediğine, diri tuttuğuna dikkat çekmiştir.
Hayat, hakikatin şifrelendiği yerdir. Hayatı şifreleyen kaynak da, hayatın şifrelerini çözen kaynak da din’dir.
Burada “din” derken -seküler veya kutsal- herhangi bir inanç biçiminden sözetmiyorum. Bizzat Kur’ân’da zikredilen
den sözediyorum.
“Ed-din”in kaynağı, ilâhîdir:
Âlemlere yüce bir makamdan gönderilen bir “kaynak”tır “ed-din”. Alemlerde şifrelenen alametlerin ilmini hem tarif eden, hem de talim ettiren bir beşerüstü kaynak: Yegâne hayat menbaı, arı-duru, su katılmamış hakikat pınarı.
Kur’ân, “ed-din”in İslâm olduğunu vaz’eder. Dolayısıyla bu anlamda “din”, sadece ve sadece İslâm’dır. Vahyî din, kaynaklarıyla, peygamberleriyle, sunduğu hayat hakikatiyle ve hakikatin hayatına dâir haritalarıyla beşerötesi bir “yer”den “rahmet eseri” olarak gönderilmiştir.
Vahyî din’in dışındaki dinlerin hepsi beşer hayalinin mahsûlüdür.
Vahyî din’le diğer dinler arasındaki farklılık, derece farklılığı değil, mahiyet farklılığıdır.
Beşer hayalinin mahsûlü dinlerle beşer zihninin mahsûlü düşünce sistemleri arasındaki farklılık ise mahiyet farklılığı değil, derece farklılığıdır.
Beşer hayalinin mahsûlü dinler de, beşer zihninin mahsûlü düşünce sistemleri de, beşerîdir nihayetinde.
Beşerî dinler de, beşerî düşünce sistemleri de, aslında kendilerine kudsiyet atfederler. Beşerî dinler, bu kudsiyeti açıkça, beşerî düşünce sistemleri ise örtük olarak atfederler kendilerine. Her şeyi açıklama gücüne sahip olduklarını iddia etmeleri kendilerine kudsiyet atfetme çabasının bir neticesidir.
Burada sorun şu: Kudsî bir kaynaktan gelmedikleri hâlde beşer ürününün kudsîleştirilmekten kaçınılmamasının bir nedeni olmalı. Peki nedeni nedir bunun?
Elbette ki, insanın kudsî bir varlık olmasıdır.
İnsan, Yaratıcı’nın insana kendi ruhundan üflediği
bir varlıktır.
VAHYÎ DİN, NEDEN BEŞERÎ; BEŞERÎ DİN, NEDEN BEŞERÜSTÜ GÖRÜNÜR?
Vahyî din’le, beşer mahsûlü din ve beşerî sistem arasındaki ilişkilerde ilginç paradokslar var.
Vahyî din, aslında “beşerî”dir;
yani doğrudan beşerî / yaratılmış olana hitap eder ama ilâhî / beşerötesi bir dille ve kaynakla. O yüzden hayat sunar, ruh üfler hayata: Kendine güveni tam olduğu için de, rahattır.
Beşer mahsûlü dinler ve düşünce sistemleri ise, sanki beşerüstüymüş gibi hareket ederler. Beşeri, beşerin ürettiği, kendilerini kutsayan bir dille ezerler.
Ve bundan kaçınmak da pek mümkün değildir. Çünkü hayatı ve hakikati açıklama iddiasından vazgeçemezler. Kendileri, söylemleri ve eylemleri açıklanmaya muhtaçken, hayatı ve hakikati açıklama iddiasına sahip olmak, insanı ezecek, hayatı ve hakikati yok edecek bütün yapı taşlarını döşemekle sonuçlanır.
Oysa vahyî din, beşere hitap eder ve beşere hitap eden elçilerin hepsi de beşerdir. Peygamberler, eşyanın, hayatın ve hakikatin ne olduğunu açıklayan kişiler değil, beyan eden, tebliğ eden, bildiren kişilerdir.
Açıklama ile beyan arasındaki fark ontolojik bir farktır.
Açıklayan, yalnızca açıklananı da varedendir. Peygamber / elçi ise, açıklananı açan, açımlayandır. Yani âyette Efendimiz’e hitaben buyurulduğu üzere, “senin görevin sadece sana söyleneni anlatmaktır.”
O yüzden, peygamberimiz, “rahmet”tir. “Bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir.”
İNSAN VE DİNİ: İNSANIN SERÜVENLERİ, DİNİN GÖRÜNÜMLERİ
Dikkatli okuyucunun dikkatini çekeceği üzere, burada Yaratıcı ile insan arasındaki ilişkiler bahsinde, Kant’ın antinomi / “çelişki” ilkesine benzer bir paradoksla karşı karşıyayız.
Şöyle ki: Vahyî din’le, dolayısıyla vahyî din’in sahibi Yaratıcı’yla insanın ilişkisi, ilk bakışta pasif / edilgen bir ilişkiymiş gibi görünüyor. Beşerî dinler ve düşünce sistemlerinin insanla ilişkisi, insana biçtiği rol ise yine ilk bakışta aktif / etken bir ilişkiymiş gibi.
Ama biraz yakından bakıldığında sonuç itibariyle tam tersi bir durumun geçerli olduğunu görmekte zorlanmayız ve bir anda gözlerimizin faltaşı gibi açıldığını görürüz.
İnsan, vahyî din’in sahibi Yaratıcı’ya kendisi bir yaratılan olarak yaklaştığında, irtibata geçtiğinde,
Yaratıcı’nın bütün isimleri ve sıfatları insana geçer, insanda tecellî eder.
İnsan, teslim olduğu zaman hayata kavuşur, hakikate erer, kendine gelir ve başka hiçbir beşerî çabayı, söylemi, eylemi, kişiyi, nesneyi putlaştırmayacak yani onlara boyun eğmeyecek bir noktaya ulaşarak tam anlamıyla özgürleşir. Asalet, vakar ve hakikatle donanır.
Öte yandan, beşerî dinlerin ve düşünce sistemlerinin insanla ilişkisi, esas itibariyle insanı tanrılaştıran, ama bu tanrılaştırma işlemiyle insanı da, tanrıyı da karikatürleştiren bir ilişkidir. Ontolojik bir şiddettir bu.
Faturası, hem ontolojik hem siyasî hem de sosyal bir felâkettir: Araçların, insanın önüne geçmesi, insanın araçların kölesine dönüşmesi, dolayısıyla dünyanın cehennemin eşiğine sürüklenmesi yüzyıldır...
Özetle,
fıtrata, yaratılış özü’ne hitap eder.
Hakikatin fıtratta gizli olduğunu,
hayatın hakikatle kâim ve dâim olduğunu söyler.
Fıtratın olmadığı yerde hakikat, hakikatin olmadığı yerde ise hayat çöle döner, biter, der.
Beşerî din ve düşünce sistemleri ise, her ne kadar yaratılışın ya da eşyanın özüne hitap ettiklerini söyleseler de, fıtrat fikri olmadığı, sâbite / mutlak fikrine karşı oldukları, bu nedenle de değişkenleri sâbite katına yükseltmekten, mutlaklaştırmaktan ve
insanı mutlak sahte’ye mahkûm
etmekten kurtulamadıkları için bu mümkün değildir.