Dünkü yazımda sinema’nın ne olduğuna bakmıştım; bugünkü yazımda, sinemanın nasıl yapıldığı sorununu tartışacağım.
Medeniyet meselesi olan her şey, norm-form, asıl-usûl, amaç-araç, hakikat-sûret, vasat-vasıta sorunları üzerinden işler ve anlam kazanır.
Medeniyet, norm’ların form’lar, asıl’ların usûll’er tarafından sürgit yeniden üretilmesi meselesidir.
Bir medeniyetin normlarını / “amaçlarını” koruyabilmesi, hem sürgit formlarını / “araçlarını” yaşatabiliyor hem de yeni formlar geliştirebiliyor olmasına bağlıdır.
Formlar, toplumun epistemolojik güvenlik alanlarını genişletir. Normlar üzerinden zuhûr eden ontolojik güvensizlik sorunu yaşanmasını önler.
Meselâ televizyon, sinema, roman vs., epistemolojik güvenlik alanını genişleten bir işlev görür: Bir kültürün değerlerini, dünyasını, anlam haritalarını hem yeni bir formda yeniden üreterek hem de kitlelere ulaştırarak insanların hayata tutunmalarını, hayata anlam katarak yaşamalarını sağlar. Bir din, dünya görüşü, varlığını böyle sürdürür, bağlılarını böyle diri ve canlı tutar.
Epistemolojik güvenlik alanlarınız canlıysa, ontolojik güvensizlik sorunu yani değer ve anlam kaybı yaşamazsınız.
Modernlik, normların aşınmasına yol açtı.
Postmodernlikse, formların norm hâline gelmesine yani araçların amaç konumuna yükselmesine neden oldu.
Nedir bu?
Çıkmaz sokaktır. Ontolojik yok oluş sapması. Epistemolojik güvenlik alanlarını genişletmek için geliştirilen formların / araçların, norm / amaç hâline gelmesi, ontolojik güvensizlik sorununun kontrolden çıkacak tehlikeli boyutlar kazanması.
Medeniyetler, formlar ürettikleri ölçüde yaşarlar, formlar üretemeyen medeniyetler normlarını da yitirmekten kurtulamazlar. Medeniyetler, varlıklarını normları üzerinden değil formları yani söyleme biçimleri üzerinden sürdürürler. Formları yaşayan veya başka formları ödünç alıp dönüştürebilen medeniyetler, epistemolojik güvenlik alanları diri ve canlı olduğu için ontolojik güvensizlik sorunu yaşamazlar.
Epistemolojik güvenlik alanlarını yani formlarını yitiren toplumlar, ontolojik güvensizlik sorununa mahkûm olmaktan kurtulamazlar. Çağın temel varoluşsal sorunu budur.
Çağın zetigeist’ını yani zihin veya düşünme biçimlerini, yaşama zeminlerini ve çağ kurucu zaman idrakini, tek kelimeyle, ruhunu Batı uygarlığının normları ve bu normların ürünü formları şekillendirdiği ve -Hollywood örneğinde görüldüğü üzere- yeryüzünde hâkim olduğu için, insanlığın yaşadığı temel ontolojik yok oluş sorunu müşterek ve bütün dünyada -belki farklı şekillerde- yaşanan temel sorunudur insanlığın.
Bütün dünya, genelde Batılıların geliştirdiği formları kullanıyor. Bazı medeniyetlerin çocukları bu formları kendi normlarının ışığında yenileyerek, kendilerine özgü yeni söyleyiş biçimlerine dönüştürüyorlar. Medeniyet dinamikleri güçlü olan ya da kendi medeniyet dinamiklerinden derinlemesine yararlanmasını bilen toplumlar, bu toplumların örneğin sinemacıları, sinemada yeni diller kuruyor, kendilerine özgü duyma, düşünme, söyleme biçimlerini geliştirdikleri film dili üzerinden yeniden üretiyor, hayatlarına taze, diriltici bir ruh katabiliyorlar.
Evet, sinema boşlukta yapılmıyor. Batı uygarlığının farklı havzalarının çocukları bile, sinemayı teorik arayışlara ve tartışmalara girmeden yapmıyorlar çoklukla. Dün de böyleydi bu; bugün de böyle; yarın da böyle olacak.
Sözgelişi, “yeni-dalga sineması”nın “kurucu” yönetmenlerinin neredeyse hepsi, sinemada “dalga” kıracak, dalga kuracak ve dalga olacak atılımları gerçekleştirmeden önce hiç de hafife alınmayacak kapsamlı bir teorik tartışmanın içinde bulmuşlardı kendilerini.
Aynı şekilde, Gramsci’yle başlayan “hegemonya” ve “tarihsel uzlaşma” biçimlerine ilişkin entelektüel-politik-teorik tartışmalar, İtalyan “yeni gerçekçilik sineması”nın temelde Marksist ve Katolik iki ana damarının teşekkül etmesinde ve zamanla çeşitlenmesinde hiç de gözardı edilemeyecek bir rol oynamıştı.
Ayrıca Sovyet devrim sinemacıları Eisenstein, Pudovkin, Vertov gibi öncü kişilerin film dili konusunda yaptıkları tartışmaları ve ardından çektikleri filmleri zikretmeye gerek bile yok.
Vertov’u daha fazla önemserim ama Eisenstein’ın Uzak Asya’nın haiku, kabuki tecrübelerini bile en ince ayrıntılarına kadar inceleyerek gerçekleştirdiği “diyalektik-materyalist film” dili arayışlarında ortaya koyduğu teorik performansın, ürettiği filmlerin “çapı”nı geride bıraktığı söylenir, haklı olarak.
Ve Tarkovsky’nin, yaptığı filmlerin dili konusunda düşünürken gösterdiği entelektüel performans ve derinlik, bir düşünürün çabasını aratmayacak ölçektedir.
Son olarak Batı uygarlığının dışındaki bütün medeniyet havzalarında gerçekleştirilen birinci sınıf film dillerine imza atan Afrika, Latin Amerika, Çin ve İran sinemasının sinemacılarının öncelikle sahip oldukları entelektüel ve estetik sermayenin özgün bir film dili kurulabilmesi sürecinde sinemaya nasıl aktarılabileceği konusunda yaptıkları teorik tartışmaları, arayışları, hatta yayımladıkları manifestoları anlatmaya kalkışmak da gereksiz burada.
Burada, bütün bu teorik tartışmaların, yapılacak bir “sinema”ya “icazet vermek” için yapıldığını düşünmek absürd olur. Bütün bu tartışmalar, neyin nasıl yapılabileceğine ilişkin girişilen teorik arayışlar ve yolculuklardır.
İşte Türkiye’’de göremediğimiz ve pergelini şaşırmış, Arşimet noktasını yitirmiş acınası “zihinsizleştirilmiş zihin” hâlimiz devam ettiği sürece de göremeyeceğimiz şey, tam da böylesi bir yolculuktur.
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.