Sahi Batıdan neyi alıp neyi bırakacaktık? Yeterki “kendimize” inanalım

04:0016/11/2019, Cumartesi
G: 16/11/2019, Cumartesi
Yasin Aktay

“Kendimiz kalarak modernliğe ayak uydurmak”tezi 19. yüzyıldan beri karşısında “modernliğe ayak uydurmanın bedeli kendimiz olmaktan çıkmaktır” şeklinde bir itirazla karşı karşıya kalmıştır. Bu itiraz zamanla o kadar baskın bir hale gelmiştir ki,“kendimiz kalarak modernliğe ayak uydurmayı”savunanları hatta bunu mümkün görenleri gereğinden fazla saf, naif, gerçeklerden uzak görmeye başlamıştır.Aslına bakarsanız bu gerçekçilik iddiasının kendini yasladığı olgu, gerçekten de modernliğe ayak uydurduğumuz

“K
endimiz kalarak modernliğe ayak uydurmak”
tezi 19. yüzyıldan beri karşısında “modernliğe ayak uydurmanın bedeli kendimiz olmaktan çıkmaktır” şeklinde bir itirazla karşı karşıya kalmıştır. Bu itiraz zamanla o kadar baskın bir hale gelmiştir ki,
“kendimiz kalarak modernliğe ayak uydurmayı”
savunanları hatta bunu mümkün görenleri gereğinden fazla saf, naif, gerçeklerden uzak görmeye başlamıştır.

Aslına bakarsanız bu gerçekçilik iddiasının kendini yasladığı olgu, gerçekten de modernliğe ayak uydurduğumuz ölçüde kendimiz olmaktan çıkma konusunda ortaya konulmuş olan mesafeler olmuştur.

Bu tartışmaya ilk başladığımız yerde değiliz. O tartışmayı başlatan insanlardan gerçekten de çok farklı bir öznelliğe sahibiz.
Bu kesin. Bu arada modernliğin de bütün kurumları ve düşünce tarzıyla hükümferma olduğu bir noktadayız.
Buna rağmen aynı modernlik içinde yeni bir “kendilik” konumu da oluşturmuş durumdayız.
Belki tek eksiğimiz hala aynı soruyu zaman zaman yaşamış olduklarımızın mahiyetini tam takdir etmeden sormaya devam ediyor olmamız.
Bu soruyu ilk soranlar, ilk formüle edenler ve o naif, gerçeklikten uzak olanlar kimlerdi?
Namık Kemal’leri, Ziya Paşa’larla başlayan ve en veciz ifadelerini ondokuzuncu yüzyılın başlarında Mehmet Akif Ersoy ve
Sebilürreşad
çevresiyle bulan bu tezin sahiplerine bugünden bu naifliği yakıştırmak kolay. Oysa onların o günkü
“kendilikleri”
ile bizim bugünkü
“kendiliğimiz”
arasında temelde bir fark vardı.
Onlar her geçen gün yayılma eğilimi sergileyen Batı tehdidi karşısında canlı bir beden siyasetini temsil eden Osmanlı Devleti ve toplumu adına bir tedbir makamındaydılar.
Butedbir çerçevesinde Batı’yı güçlü kılan bilim ve tekniğini kültür, din ve ideolojisinden soyutlayarak alabilmeyi ve böylece Batının meydan okumasına karşı koyabilmeyi mümkün görüyorlardı.
Mehmet Akif
’in meşhur “Alınız ilmini Garb’ın, alınız san’atini; / Veriniz hem de mesâînize son sür’atini. / Çünkü kaabil değil artık yaşamak bunlarsız; / Çünkü milliyeti yok san’atın ve ilmin; yalnız.” Şeklinde ifade edilen sözleri çok sonradan bazı İslamcı entelektüeller tarafından neredeyse alay konusu olacaktır. Zira onlara göre bilim ve kültürü, teknik ve ideolojiyi birbirinden ayırmak mümkün değildir.
Bunun en önemli kanıtını mı sorarsınız?
İşte şu ana kadar yaşamış olduklarımız: Batının hem tekniğini aldık hem de kültürünü ve ideolojisini.
Kuşkusuz bu yaklaşımların gözardı ettiği çok şey var.
Herşeyden önce başımıza gelenlerdeki sebep-sonuç sırasını fazlasıyla birbirine karıştırmış durumdalar.
Zira özelde Türkiye’ye, genelde İslam dünyasına Batının ideolojisi ve kültürü Batının bilimi ve tekniği alındığı için veya onların açtığı kapıdan girmedi. Bilakis batılı kültür ve ideoloji tamamen siyasal dayatmalarla girdi.
İslam dünyası batı karşısında I. Dünya Savaşında uğradığı açık yenilgiyle kendi kaderini tayin hakkını tamamen kaybetti zaten.
O yenilgiden sonra İslam dünyasına ve bilhassa Türkiye’ye modernist ideoloji en vahşi, en kaba şekliyle baş köşeye oturtulmak üzere sokuldu.
Bu dönemde kendi maslahatına uygun bir seçmecilik yapabilecek Müslüman siyasal iradesi yok edilmişti zaten
. En kötü haliyle bile Osmanlıda var olan şey I. Dünya Savaşı sonrasında artık kalmamış bulunuyordu. Oradan Batının hayat tarzı Müslümanlara bilimin ve tekniğin kendiliğinden bir ideolojisi olarak nüfuz etmedi, müstemleke anlayışıyla Müslüman halklara zorla dayatıldı.
Bu farkı görmeden Akif’in o yaklaşımını mahkum etmeye kalkışanların görmezden geldikleri bu gerçek bakış açısını net olarak değiştirir.
İkincisi
, daha önce bir vesileyle yazdığım gibi, o günün ulemasının elinin taşın altında olmasından dolayı,
sonradan Müslüman toplum için fiilen hiçbir sorumluluk taşımayan cumhuriyet dönemi entelektüelleri gibi fantezi yapacak lüksleri yoktu.
Akif de, arkadaşları da, Batı emperyalizminin yükselişi karşısında devlet adına, Müslüman toplum adına ciddi bir beka sorununu hücrelerine kadar hissediyorlardı ve bir çözüm arayışı içindeydiler. Ne de olsa fıkıh eşyanın aslında ibahat olduğunu söylüyordu. Bu, modern dönemde ihdas edilmiş bir ilke değil. Haram olduğuna dair bir delil bulunmayan her şey helaldir. Hele bu helal olan şey bir de pratik fayda sağlayan bir şeyse “onu Çin’den bile almanın” hiçbir mahzuru yoktu. Batı’dan neden alınmasındı? O yüzden “alınız ilmini Garb’ın” deyimi, Müslüman bir toplumun sorumluluğunu taşıyan bir bilinç ve ahlak açısından ciddi bir sorun teşkil edemezdi.
Üçüncüsü, bugünün modernliği içinde ortaya çıkan yeni “kendilikler”, yeni özne konumları, içlerinde bizzat bu Müslüman entelektüellerin de bulunduğu önemli konumlardır.
Batının bilim ve tekniğini sonuna kadar tedris ettikleri ve uyguladıkları halde bu, onları “kendi” konumlarını üretmekten nasılsa geri bırakmıyor.
Bunun da sebebi üzerinde durmak gerekmiyor mudur? Demek ki, modernlik veya batılı bilim ve teknoloji tek başına herşeyi belirleyen bir varlık değil.
Çıkışı olmayan bir yol, kendisinden kurtuluş olmayan bir felaket, hiç bir kolaylık barındırmayan bir zorluk değil.

Yeter ki “kendimiz”e inanalım.

#Namık Kemal
#Mehmet Akif Ersoy
#Tedris
#Müslüman