Her peygamberin kendine özgü bir kişiliği, hikâyesi, mücadelesi ve mizacı vardır. Hepsinin davası insanlara yeryüzündeki varlıklarının, yaratılışlarının hikmetini anlatıp Allah’tan başkasına kul olmama konusunda bilinçlen-dirmeleri. Bu konuda aralarında hiçbir fark yok.İnsanoğlu, yani Âdemoğlu ise tabiatı itibariyle Allah’tan başkasını kul etmeye ve Allah’tan başkasına kulluk etmeye zannedildiğinden çok daha fazla meyyaldir. Bu, gelip giden onca peygamberin çağrısına ve mücadelesine rağmen Âdemoğlunda
Her peygamberin kendine özgü bir kişiliği, hikâyesi, mücadelesi ve mizacı vardır. Hepsinin davası insanlara yeryüzündeki varlıklarının, yaratılışlarının hikmetini anlatıp Allah’tan başkasına kul olmama konusunda bilinçlen-dirmeleri. Bu konuda aralarında hiçbir fark yok.
İnsanoğlu, yani Âdemoğlu ise tabiatı itibariyle Allah’tan başkasını kul etmeye ve Allah’tan başkasına kulluk etmeye zannedildiğinden çok daha fazla meyyaldir. Bu, gelip giden onca peygamberin çağrısına ve mücadelesine rağmen Âdemoğlunda değişmeyen bir meyil. Zaten o kadar peygamberin geliş sebebi de bu.
Allah tarafından en şerefli mertebede yaratılmış olan insanın kendisine hiçbir faydası veya zararı dokunamayacak kullara, nesnelere, isimlere veya fenomenlere taparak kendine yazık etmesi, kendine zulmetmesi tek kelimeyle bir cehaletten kaynaklanıyor. Bu cehalete ise insan ne kadar bilgilenirse bilgilensin, ayartabilen duygular, zanlar, faktörler olabiliyor ve böylece kula kulluk insanlığın evrensel bir sorunu haline geliyor.
Peygamberler Allah’ın insanlığa bir lütfudur, ihsanıdır, keremidir. Çünkü yolunu kaybetmeye çok kolay meyleden insana olabilecek en iyi bir dille, kendi diliyle, kendi içinden biri olarak, başka bir yanlış anlamaya fırsat bırakmayan açık bir anlatımla insanın unutmaya çok kolay meylettiği hakikati tekrar tekrar hatırlatır. O hakikat yolunda bir insan olarak, takip edilebilecek yol işaretlerini döşeye döşeye yürüyerek en somut şekilde öğretir, örnek olur.
Peygamberler, Kur’ân’ın tabiriyle “içimizden birileri” olarak seçilirler, ta ki hidayet yolu bu dünyada bulunsun ve yürünsün diye. Tek başına kitabı bırakıp gitmezler, onu hayatla, somut olarak buluşturur, uygulamasını da bizzat hayatın akışı içinde yaparak bir yol, tarz, üslup veya daha geniş bir kavramla hikmeti de öğretirler. Hiçbiri doğuştan peygamber değildir. Bir toplum içinde, etten kemikten insanlar olarak yetişirken eğitilirler, öncesinde hatalar yapan peygamberler de vardır. Hz. Musa yanlışlıkla da olsa bir insan ölürmüştür mesela.
Hz. Âdem ise ilk peygamber olmanın yanı sıra ilk insandır aynı zamanda. Yaratılışında insanlığın bütün potansiyelleri de yüklüdür. Topraktan yaratılmış olduğu halde kendisine Allah’ın ruhu üflenmiştir. En önemlisi kendisine isimler öğretilmiştir. Bu vasfının mahiyeti her türlü felsefi mülahazaya açıktır. Eşyaya isim koymak mı öğretilmiş, yoksa eşyanın zaten var olan, kendi tabiatına yüklenmiş isimleri mi kendisine öğretilmiş sorusu bile tek başına heyecan uyandırır. Çünkü sonradan çeşitlenen dillerin Âdem’in öğrendiği isimlerle nasıl bir münasebeti olduğu yeterince zihin uyarıcı bir sorudur.
Hz. Âdem aynı zamanda ilk günahı işleyen insandır da. Şeytanın vesvesesine kapılıp işlediği bu günahı sebebiyle yerleştirildiği cennetten hem Havva ile hem de şeytan ile yeryüzüne indirilmiştir.
İnsanlığın cennetten yeryüzüne taşınmasının sebebi olarak görülen bu olay, bütün boyutlarıyla, Hıristiyan ve Yahudi teolojisi ve antropolojisi açısından olduğu kadar Müslümanlar için de önemli bir bilinç-inşa konusu olagelmiştir. Mesela Hıristiyan ve Yahudi teolojisinde şeytanın Hz. Âdem’i Havva üzerinden kandırmış olduğu anlatılır ve bunun üzerinden ciddi bir kadın aleyhtarı söylem beslenir. Oysa Kur’ân’ın hiçbir anlatımında ilk kandırılan kişinin Havva olduğu söylenmez. Şeytanın vesvesesine kapılarak kanan doğrudan Âdem’dir.
Yıllar önce Türkçeye çevirdiğim ve İslâmî Araştırmalar Dergisinde (1992, Cilt 6, sayı: 1) yayınlanan Harvard Üniversitesi hocalarından Jane I. Smith ve Yvonne Y. Haddad’ın “Havva: İslâmî Kadın İmajı” başlıklı bir makalesinde bu konu bütün detaylarıyla karşılaştırmalı olarak anlatılırken aynı zamanda Havva’nın Âdem’in kaburga kemiğinden yaratılmış olduğu rivayeti de ezberleri bozacak şekilde sorgulanıyordu. Smith ve Haddad bu rivayetin zaten Kur’ân’da hiçbir şekilde yer almadığını, bilakis bu rivayetin İsrailiyat etkisi altındaki hadislerde geçtiğini ciddi bir etimolojik çözümlemeyle ortaya koyuyor.
Hz. Âdem’in yaratılışıyla ilgili hikâyeler bir İslâm antropolojisi için en temel kaynaktır. Muhammed İkbal ve Ali Şeriati’nin Hz. Âdem’den yola çıkarak yapmaya çalıştıkları insanbilimi modern dönemde hümanist söylemlerin cari etkisine karşı İslâm’ın konumunu belirlemeye çalışan çok değerli girişimler olmuştur.
Aslında toplamda Kur’an’da bir hümanisti uçtuğu bulutlardan aşağıya, yeryüzüne indirecek bir gerçekçiliğin çarpıcı gücü hissedilir. İnsan, nankördür, çok az şey bilir, Allah’ın öğrettiğinden başka hiçbir şey bilmez, acelecidir, unutkandır, gafildir, cahildir ilh. Ancak yine de insan yeryüzünde bir ağır emaneti yüklenmiştir ve Allah’ın balçığa üflediği ruhun kendisini taşıyabileceği makamlara kadar önü açıktır.
Geçtiğimiz günlerde Sezen Aksu’nun Hz. Âdem ve Havva’ya hakaret olarak algılanan “Harika Bir Şey Yaşamak” isimli şarkısıyla ilgili tepkiler ve tartışmalar, doğrusu ilginç bir hal aldı. Gözlemleyebildiğim ilginçlik aslında sosyal medyadaki tepkilerle özellikle takip edebildiğim çok sayıda WhatsApp grubundaki değerlendirmeler arasındaki bariz fark. Tamamı muhafazakâr, İslâmî kesimden insanlardan oluşan bu gruplarda Sezen Aksu’nun bu sözleri hakaret maksadıyla söylememiş olduğuna ve, elbette lafız yanlış olsa da, bu kadar tepkiyi hak etmediğine dair çok güçlü bir kanaat var. Hz. Âdem’in peygamberlik öncesi haliyle işlediği günah tarih boyunca her zaman birçok edebiyatın, şiirin imgesel kaynağı veya tasavvufi, felsefi değerlendirmelerin konusu olmuştur. Bu konuda edebi veya sanatsal muhayyilenin kendi gramatik yapısı olduğu muhakkak. Elbette hiçbir şey açıkça bir peygamberi veya İslâm’ın veya herhangi bir dinin kutsalına hakareti haklılaştıramayacağı kaydıyla...
Bu kanaati paylaşanların büyük çoğunluğunun Sezen Aksu’nun geçmişte aynı zamanda “Işık Doğudan Yükselir” albümündeki Yunus Emre, Mevlânâ ve Âşık Daimi’nin sözlerine yaptığı muhteşem bestelerini hayırla anıyor olmasını da zikretmek gerekiyor. Doğrusu doksanlı yılların karanlık ortamında Türkiye’nin zedelenen manevi iklimine bu albümün tatlı bir esinti gibi geldiğini unutmak mümkün değil.
“Aşkın odu geldi yüreğim harlar
Aşkı olan ar’ı, namusu neyler
Be hey Yunus sana söyleme derler
Ya ben öleyim mi söylemeyince
Hak lâ ilâhe illallah, illallah
Hak lâ ilâhe illallah, illallah”