BM’den adalet beklemek yerine, Türkiye’nin tarz-ı siyaseti

04:001/01/2025, Çarşamba
G: 2/01/2025, Perşembe
Yasin Aktay

Birinci Dünya Savaşı sonrası oluşan ve İkinci Dünya Savaşı sonunda da kartların yeniden dağıtılmasıyla bugünkü şeklini almış olan dünya düzeni her geçen gün sorun çözme kabiliyetini ciddi başarısızlık sicilleriyle daha fazla dolduruyor. Aslında dünya sistemi dediğimiz şey dünya milletler topluluğuna adaletle veya demokratik yollarla işleyen bir düzeni işaret etmiyor. Düzen, büyük ölçüde savaşın galibi ülkeler arasındaki bir güç ve nüfuz paylaşımına dayanıyor ve burada düzeni kurma konusunda kendi

Birinci Dünya Savaşı sonrası oluşan ve İkinci Dünya Savaşı sonunda da kartların yeniden dağıtılmasıyla bugünkü şeklini almış olan dünya düzeni her geçen gün sorun çözme kabiliyetini ciddi başarısızlık sicilleriyle daha fazla dolduruyor. Aslında dünya sistemi dediğimiz şey dünya milletler topluluğuna adaletle veya demokratik yollarla işleyen bir düzeni işaret etmiyor. Düzen, büyük ölçüde savaşın galibi ülkeler arasındaki bir güç ve nüfuz paylaşımına dayanıyor ve burada düzeni kurma konusunda kendi aralarında anlaşmış olan ülkelerin zamanla yaşadıkları güç kayıpları veya azalmaları dolayısıyla hesapları ve güç dengelerini revize etme çabaları bir düzensizliğe, istikrarsızlığa ve hareketliliğe yol açmaktadır.

İşin doğrusu uluslararası düzeni temin etmesi beklenen hukuka çoğu kez insanlar gereğinden fazla anlam yüklemekte, ondan hukuk ihlalleri yapan ülkelere karşı harekete geçip ona bir ceza kesmesi ve neticede adaleti sağlaması beklenmektedir. Oysa uluslararası ilişkiler düzeyinde hukuk ihlalleri yapan ülkelere bir ceza kesilmesi veya onlara karşı adaletin tesis edilebilmesi tamamen onlarla ilişkide bulunan ülkelerin güçlü olmasıyla mümkün olabiliyor. Belirleyici olan tamamen güç olmaktadır yani. Uluslararası ilişkiler hiçbir zaman demokratik bir ilişki olarak işlememiştir, işlemez de. Orada güç dengeleri söz konusudur. II. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan BM düzeni tamamen galip ülkelerin veto haklarına sahip olduğu bir çerçevede kurulmuştur, buna rağmen BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyinin oluşum şekli itibariyle demokratik bir işleyişe sahip olduğunu iddia etmiştir. Genel Kurul’da gündemdeki konular üzerinde uzun görüşmeler yapılır ama burada yapılan oylamaların çok da fazla bir kıymeti olmuyordur. Alınan kararları uygulayabilecek, o kararlara sahip çıkacak fiili bir güç lazımdır ki zaten bu kararların alınması da o 5 güçten birinin veya birkaçının veya hepsinin ittifakıyla olmaktadır. Birinin bile veto ettiği durumda bir karar alınamadığı için fiiliyatta BM’nin asıl gerekli olduğu yerlerde hiçbir işe yaramamaktadır. Zira dünyada soykırımlar, katliamlar, savaş suçları, insan hakkı ihlalleri ya bu 5 devletten biri tarafından veya bunlardan birinin himayesindeki bir devlet tarafından işlenmekte olduğu için buna karşı alınacak herhangi bir kararın işlerliği de olmamaktadır. Nitekim bugün İsrail şimdiye kadar bütün ihlalci ülkelerin toplamından daha fazla kural ihlali yapmış olduğu halde sadece ABD’nin tek başına vetolu himayesi yüzünden hakkında hiçbir işlem yapılamamaktadır. Vakıa alınabilmiş kararların uygulaması da doğrudan ABD korumasına çarpmaktadır ve 2 milyar nüfusa sahip İslam dünyasının tamamını karşısına alma pahasına ABD ve İsrail’in ortak insanlık dışı uygulamaları karşısında BM’nin hiçbir etkisi olamamaktadır. BM Genel Sekreterinin Gazze’ye girmek istediği Refah Sınır Kapısını geçemeyişi, bilahare Lübnan’daki BM güçlerinin saldırıya uğraması karşısında düştüğü durum aslında bugünkü dünya düzeninin resmidir.

Suriye’de 14 yıldır devam etmekte olan ve bir devletin kendi halkına karşı uyguladığı ve bütün delilleriyle ortaya konulmuş insanlık suçlarına karşı da BM, Rusya ve Çin engelini aşarak bir tedbir alınamadı. Daha birçok uluslararası meselenin çözümünün bu sistem içinde tıkanması bu sistemin zaten tabiatı gereği güç paylaşımına dayalı olmasından kaynaklanıyor. Oysa sistemin adalet üzerine tesis edilmesini bekler insan ama bu da uluslararası güç dengelerinin tabiatına aykırıdır. Daha açıkçası ve gerçekçi olmak gerekirse uluslararası ilişkilerden adalet beklemek boşunadır.

Hangi sistem kurulursa kurulsun, sistemin en güçlü unsurlarının adalet ve insani değerlerini çıkar siyasetine öncelemelerini beklemek fazla hayali olur. Bu durumda pes edip bu gerçekçi tabloya teslim mi olmak gerekiyor. Elbette hayır. Esasen son 10 yılda Türkiye’nin birçok alanda yaptığı işler, bu konuda gerekli vizyon için bütün doneleri veriyor. İşin özü adil olanların veya adalet arayanların aynı zamanda güçlü olmalarıdır. Türkiye güçlendikçe başka hiç kimseden medet ummadan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın deyimiyle “kendi göbek bağını kesme” yollarına girişti. Yani çözümü kendi üretti ve kendi uyguladı. Azerbaycan’da 30 yıl boyunca mevcut uluslararası ilişkilerin dengeleri içinde çözümsüzlüğe terkedilmiş olan Dağlık Karabağ sorunu Türkiye’nin ulaştığı bu güç ve fiili müdahaleyle çözüldü ve şimdi Ermenistan’ın da dahil olduğu bölgesel bir barış ve düzen için bütün şartlar oluşmuş oldu.

Türkiye’nin Suriye’de, Somali’de, Libya’da, Katar’da ortaya koyduğu irade de kendi gücüne, insan kaynaklarına, toplumsal (milli) dayanışmasına dayanarak uluslararası dengeleri değiştirmesinin mükemmel örnekleridir. Dikkat edilirse Türkiye’nin müdahil olduğu bütün bu alanlarda sorunu daha da derinleştiren değil çözen, yıkan değil yapan, sömüren değil herkes için faydalı ve kazançlı bir düzen kurucu rol oynadığı herkes tarafından takdir edilebilir. Türkiye insani yardımlarla girmeden önce Somali devlet olarak da toplum olarak da hiç kimsenin hiçbir beklentisinin kalmamış olduğu bir yerdi. Türkiye burada sadece Somalililerin söz sahibi olduğu bir devlet ve düzen tesis etti. Suriye’de yıllarca BM düzeninden bir güvenli bölge oluşturulması beklentisi vardı, beyhude bir beklentiydi, Türkiye bizzat giriştiği Zeytin Dalı, Barış Pınarı ve Fırat Kalkanı operasyonlarıyla burada en azından milyonlarca Suriyelinin özgürce ve güvenle yaşayabileceği bir düzen tesis etti.

Libya’da da durum Somali’dekinden hallice bir duruma gitmişti. İç savaş ve bazı ülkelerin Libyalıların petrolüne ve kaynaklarına çökmek üzere giriştikleri açıkça sömürgeci yaklaşıma karşılık Türkiye, Libya meşru hükümetinin davetiyle girerek geçici bir düzen tesis etti, ardından bütün tarafların dahil olabileceği ve Libya’nın sadece Libyalılar tarafından yönetildiği bir düzen tesis etti. Bugün Libya’da durum istikrara ve umut verici bir istikbale öncekine nazaran çok daha yakın.

Türkiye’nin kriz bölgelerinde oynadığı bu rolün dayanağı her şeyden önce kendine güven, güçlü bir savunma altyapısı, güçlü bir ekonomi ve çok ustalıklı bir diplomasi olmuştur. Ancak demokratik bir toplumda bunun sürdürülebilir hale gelebilmesi için birbiriyle kaynaşmış, vizyonunu paylaşmış güçlü bir millet olmak da lazımdır. Türkiye’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ardında 23 yıldır saf tutmuş olan bu milletin iç siyasi tartışmaların kafa karıştırıcı etkilerinden uzak durarak bu vizyonu asgari bir değer olarak benimsemesi çok önemlidir. BM’den veya orada imtiyazlı olan 5 ülkeden insaf beklemek ve onların adil bir düzen tesis etmesini ummak gerekmiyor. Onlarla da her türlü diplomatik ilişkiyi daha etkili hale getirebilmek için arkanızda güçlü bir ekonomi, güçlü bir savunma gücü, güçlü bir milletin olması da çok önemlidir.

Böyle bir Türkiye hiç kimsenin göz ardı edebileceği bir güç olmaz. Bilakis BM’nin 5 üyesinden biri kadar etkisi olur ve alınan hiçbir karar Türkiye göz ardı edilerek alınamaz.

#Yasin Aktay
#BM
#Vizyon 2025