Avrupa’nın laikliği bir değer olarak keşfi

04:0020/03/2017, Pazartesi
G: 17/09/2019, Salı
Yasin Aktay

Avrupa'nın insanlığa ait değerleri yeni bir ambalaja sarıp dünyaya “Avrupa Değerleri” diye satışı sömürge-sonrası diye nitelenen dönemin bir özelliğidir.
Bu dönemde Avrupa-merkezci bir yaklaşımla batı-dışı insanlığın geçmişinin neredeyse her türlü insani değerden yoksun olduğu izlenimi bile verilir. Batı-dışı dünyanın geçmişinde de kayda değer bir şey yoktur. Ne insan hakları vardır ne bilim ne rasyonalite ne demokrasi ne sivil toplum ne çokkültürlülük ne de başka iyi bir şey.


Oysa bütün bu değerlerle, kurumlarla, toplumsal özelliklerle ilgili her toplumun öyle veya böyle kendi tecrübesi vardır

, ama var olduklarını kanıtlamak için ihtiyaç duydukları bir batılı ambalajdan yoksundurlar. Çokkültürlülükle ilgili İslam dünyasının tarihi ile Avrupa'nın karşılaştırmalı tarihine kısa bir dokunmuştuk mesela.



Avrupa'da yakın zamana kadar aynı dinin iki mezhebinin birbirine tahammül edemediği dönemde İslam dünyası 72 milleti bir arada yaşatıyordu,
ama “çokkültürlülük” diye bir süslü ambalajı yoktu bu muhteşem ayarın.


Avrupa'nın o kendi iç savaşları, iç kırımları kendisini bir çözüm formülü olarak laikliğe götürmüştü. Laiklikle ilk anda amaçlanan toplumsal barışın tesisi ve dinlerin birbirlerine üstünlük kurmadan bir arada yaşayabilmelerinin teminiydi. Avrupa'da o günün şartları, siyasetin bu şekilde bir örgütlenmesini arıyordu ve bu şartı kabul etmek durumunda kalan din mensupları aslında kendi dini tutarlılıkları açısından bunda bir sakınca görmeyecek durumdaydılar. Çünkü temel öncelik artık istikrarlı ve güvenli bir ortamda hayatta kalmaktı.



Bu durumda laiklik, dinden bir uzaklaşma değil, her dinin kendi içinde gerçekleşmiş bir tür içtihatla üretilmiş yine dinsel olan bir çözümd

ü. Nitekim, siyasi bir düzenleme olarak kabul edilmiş olan laiklik dindarları dinden uzaklaşmaya veya dindarlar üzerinde bir baskı gerektirmiyordu.



Fransa'nın bilahare benimseyeceği laiklik istisna idi. Orada laiklik tam da bu arayışın sonucu olarak ortaya çıktığı halde, kendisi bizzat alternatif bir din gibi aradan sıyrılıp kendi felsefesiyle, kendi inançlarıyla diğer bütün dinleri baskı altında tutan bir yaklaşıma dönüştü.

Buna karşılık diğer Avrupa toplumlarında siyasi bir çözüm olarak gelişen laiklik dinlerin de ortak kararıyla ve dinlerin hem birbirleriyle hem de kendi içlerindeki barışı temin ediyordu. Bu açıdan, Avrupa'nın siyasi laikliğinin toplum düzeyindeki sekülerleşmesinden bağımsız ele alınması gerekiyor.



Oysa Türkiye'de siyasetin laikleştirilmesinin çok daha farklı bir gelişimi var.

Laiklik için toplumda bir arayış veya talep yoktur, tam tersine laiklik, hariçten bir dayatma olarak, bir sömürge ideolojisi olarak girdi ve mevcut dini tamamen bastırmak, değiştirmek ve görünmez kılmak üzere tasarlandı. Bilahare, laiklik kendi felsefesi, itikadı ve ritüelleri olan alternatif bir dinsel kimlik gibi yaşanmaya başladı. Üstelik bu kimlik diğerlerine karşı dışlayıcı, ayırımcı, baskıcı bir din işlevini yerine getirdi.



Bu haliyle Türkiye'deki siyasal laiklik Avrupa'dakinden çok farklı olarak dinler arasında barış, hukuk ve düzen tesis edici bir rolden ziyade,

bilhassa İslam'ı ve Müslümanları kontrol etmek üzere işledi, o yüzden bir barış değil, huzursuzluk etkisi yaptı. Laikliğin, o yüzden Türkiye'deki anlaşılma ve algılanma biçiminde bu tecrübenin belirleyici bir rolü olmuştur.



Bugün laiklik, Türkiye'ye bu ilk girişinde yüklendiği tanım ve rolden çok daha farklı bir yere gelmiş durumda. Hem tanımı hem de pratiği itibariyle.

Özellikle AK Parti'nin tanımına ve pratiğine yaptığı müdahale, laikliği din üzerinde baskıcı bir ideoloji olmaktan gerçekten de din ve vicdan özgürlüğünü temin eden bir devlet ilkesine dönüştürdü. Bu haliyle laiklik pekala Müslüman bir toplum içinde de farklı dinler arasında veya farklı mezhepler veya İslam anlayışları arasında devletin tarafsızlığını gözetmenin ve her çeşit dinsel özgürlüğü temin etmenin (tek değil) mümkün bir yolu olarak düşünülebilir.



Üstelik böyle bir yol İslami siyasetin mümkün yollarından biri olarak da temayüz etmiştir. Bugünün dünyasında alabildiğine çeşitlenmiş ve farklılaşmış din anlayışlarını tam bir din özgürlüğü içinde yaşatmak ve kamu hukukunu ve siyasetini bir tarafın diğerleri üzerinde inkarcı, dışlayıcı ve baskıcı bir uygulamaya düşmeden tesis etmek için bir yol bulmak gerekiyor. Bu yolu bulmak bugünün dünyasında bir İslami siyasetin de en önemli gündem maddelerinden biridir.



Müslümanlar veya Müslümanlar içinde belli bir İslami anlayışa sahip bir kesim iktidarda olsa bile, toplum içinde önceden kurulmuş ve fiilen işleyen bir toplumsal sözleşme varsa, bu sözleşmeyi tanımak ve bu sözleşmeye vefa göstermek İslami siyaset fıkhının bir gereğidir. Tabi önceden kurulu bir sözleşmede adil olmayan, inançlara baskı ve inkar öngören unsurlar varsa onların değişmesi için siyasi mücadeleyi dışlayan bir gereklilik değil bu elbet.



Sembolik etkileşimciliğin bize öğrettiği önemli bir ders şu ki

, belli kavramlarla veya şeylerle ilgili algılarımız o kavramlarla ilgili yaşadıklarımızdan fazlasıyla etkilenir.

O yüzden laiklikle ilgili bu toplumun yaşamış oldukları o kavram hakkındaki bütün algıları da kaçınılmaz olarak belirliyor.


Ancak yine sembolik etkileşimciliğin bize öğrettiği bir şey daha, kavramların anlamının ve içeriğinin değişen tecrübelerle yeniden tanımlanıp doldurulduğudur. Laiklikle ilgili tecrübemiz devam etmektedir ve bu kavram bugünkü haliyle çok daha farklı bir anlama kavuşmuş olabilir.



Avrupa ise Türkiye'ye veya başkalarına hangi ambalajla ne kadar laiklik satarsa satsın, ondan nasıl bir “değer” üretirse üretsin, bugün Türkiye'ye karşı, Erdoğan'a karşı, önümüzdeki referandum sürecine karşı siyasetini belirleyen güdü laik değil, dibine kadar dinsel bir güdüdür.

#Cumhurbaşkanı
#Recep Tayyip Erdoğan
#Avrupa
#Laiklik
#Fransa