Bundan yüz yıl önce Ermeni Tehciri kararı nedeniyle milyona yakın Osmanlı vatandaşı yollara dökülmüştü. Onlar Anadolu'nun her yerinden güneye doğru hareket ediyordu. Toplanma noktalarını aşıp ilkin Urfa ve civar kentlerde konaklamaya başladılar.
Tehcir kararından hemen önce de Van, Erzurum, Trabzon gibi illerden ve Kafkaslardan yaklaşık aynı sayıda insan da tersi yönde batıya doğru göç ediyordu. Onlar da Ruslardan ve hele ki Rus ordusundaki Ermenilerden kaçıyordu.
Bu yüz binlerin konaklama noktalarında karşılaştıklarına şüphe yok.
Benzer sefaletler çektikleri biliniyor.
1917'de Urfa'da bir ekmek fırını önünde yüzlerce Müslüman ve Ermeni fakirlerin bir parça ekmek için sabaha kadar yattığını, çoğunun öldüğünü bizzat Ermeni din adamı büyük hüzünle hatıratına yazıyordu.
Ta Berlin Anlaşması'nda Ermenilerin en çok bulunduğu 6 ilde reform yapması için zorla ikna edilen Osmanlı'nın bu iç meselesi büyümüş büyümüş sonunda Cihan Harbi'yle birlikte aynı zamanda bir iç savaşa dönüşmüştü.
Vilayet-i Sitte dendiğine yani “6 İl” anlamına geldiğine bakmayın; bugünkü adlarıyla Bitlis, Elazığ, Erzurum, Diyarbakır, Sivas, Van, Erzincan, Ağrı, Hakkari, Muş, Şırnak, Batman, Siirt, Mardin, Malatya, Bingöl, Amasya, Tokat ve ayrıca Giresun'un bir kısmında Ermeni hakimiyetinin tanınması isteniyordu.
Osmanlı savaşı kaybetti, büyük bir yıkımla çöktü üstelik. Nice toprakları elden çıktı.
Kazananların yanı başında duran Ermeniler Vilayet-i Sitte'den tek karış toprak alamadı.
Ruslarla Doğu Anadolu'da çarpıştılar, Fransızlarla birlikte Güneydoğu Anadolu'ya işgalci olarak girdiler, işe yaramadı.
Mondros'un 24. Maddesinde söz konusu topraklar zikredilerek hem işgaller hem bir Ermenistan kurulması için kayıt düşüldü, yine olmadı.
Kendilerini 19. yüzyıldan beri destekleyen, itekleyen, yönlendiren ve savaştan muzaffer çıkan onca ülke Lozan'da da sahip çıkmadı onlara.
Bolşevikler de bağımsız devlet kurmalarına müsaade etmedi.
Osmanlı toplumu içinde “milleti sadıka”dan ancak bugünkü Ermenistan'la iktifa etmek zorunda kaldılar.
Onlara da yazık oldu, bize de, karşı dalga olarak aynı sayıda sürgün edilen ve aynı açlığa, sefalete, salgın hastalıklara, ölümlere mahkûm edilen Müslüman ahaliye de; velhasıl hepimize.
Yirmiye yakın şehre talip olmuşlardı… şimdi ancak uzaktan yazılmış hatıraları, ara sıra ziyaret edenlerin çocukluk anılarını okuyoruz. Türkçeye, Türk adetlerine, davranışlarına, Anadolu'daki sanata edebiyata siyasete kültüre dair birikimleri de katkıları da nesilden nesle azalarak yok oluyor.
Haklarında şu sıra duyduğumuz tek şey Azerbaycan'la sınır çatışmalarının yoğunlaştığı… hepsi bu.
Ve ne tuhaf, o yirmi il yani Vilayet-i Sitte'yi yakından ilgilendiren nice şey oluyor tam şu sıra. Nice kan dökülüyor. Aynı aktörler yine bütün bu çatışmaların perde arkasında, ellerinde cetvel uzaklardaki başkentlerinde haritalara bakıp duruyorlar.
Sanmayın ki ülke sınırlarının çizgilerine bakıyorlar, tıpkı dün olduğu gibi bugün de yine sadece petrol, doğalgaz hatlarının muhtemel haritalarında gözleri.
Senin “Kürdistan bağımsızlığının mücadelesinin parçası” olarak tanımladığın bir hendek gerçekte sadece tabut konulan bir çukura dönüşüyor her saat.
Arkanızda olduğunuzu sandığınız o nice ülke içinse baştan beri sadece bir doğalgaz borusu döşenecek çukurdan ibaret…
Irak ve Suriye'deki sıkışmışlığa aldanıp, sırtını sıvazlayanlara kanıp yarın Türk olduğu kadar Kürt şehri de olan İstanbul, İzmir, Ankara, Diyarbakır'ı uzaktan seyredip iç geçirmek gibi bir talihsizliğe yelken açmanın kime ne faydası var?
***
Başlığa da konu olan, daha yakındakine söyleyip biraz daha uzaktakinin anlaması için kullanılan o atasözünün doğrusu “Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla.”
Bugünkü dramatik durumumuz yani daha yakınımızdakinin, içimizdekinin, bizden olanın anlaması içinse maalesef şöyle ifade etmeyi gerektiriyor; “Gelinim sana söylüyorum, kızım sen anla…”
Ya da bu hafta hem doğum hem vefat yıldönümü olan şair-i azam Akif'in dediği gibi, tarih, “Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?”