1989’da The Atlantic’te makale olarak yayınlanan tarihin sonu tezi, 1992 yılında kitaplaştırılmış ve liberal dünya tasavvuru tarihin nihai aşaması olarak kabul edilmiştir. Hegel’in tarih felsefesinden etkilenen Fukuyama, Soğuk Savaş’ın bitişi ile Batı’nın ortaya koyduğu pratiği, insanlığın kat edebileceği son aşama olarak göstermiş ve Batılı insanın da model ve örneklik teşkil etme açısından “son insan” olduğunu iddia etmiştir. Bu dönem sadece bir olay olarak Soğuk Savaş’ın bitişi değil büyük anlatılar
1989’da The Atlantic’te makale olarak yayınlanan tarihin sonu tezi, 1992 yılında kitaplaştırılmış ve liberal dünya tasavvuru tarihin nihai aşaması olarak kabul edilmiştir. Hegel’in tarih felsefesinden etkilenen Fukuyama, Soğuk Savaş’ın bitişi ile Batı’nın ortaya koyduğu pratiği, insanlığın kat edebileceği son aşama olarak göstermiş ve Batılı insanın da model ve örneklik teşkil etme açısından “son insan” olduğunu iddia etmiştir. Bu dönem sadece bir olay olarak Soğuk Savaş’ın bitişi değil büyük anlatılar ve alternatif iddiaların da etkisini yitirdiği bir sosyo-politik vasat olarak kabul edilmiştir.
Ekonomik açıdan kapitalist modelin siyasi açıdan da liberal tasavvurun etkisiyle biçimlenen bu dünya görüşü, Batı’nın üstünlüğü tezini içermekte ve bu aşamayı diğer toplulukların da takip etmesi salık verilmektedir. Bu nedenle ahlaki sınırlamalardan azade bir birey tasavvuruna sahip olan bu modelin öteki ile kurduğu ilişki de sorunludur. Batı, öteki ile kurduğu ilişkide kendi üstünlüğünün tanınmasını dayatmakta ve hiyerarşik bir modelle Batı dışı toplulukları konumlandırmaktadır.
Fukuyama’nın tezine ilişkin her ne kadar alternatif bir yolun mümkün olduğu (üçüncü yol) tartışmaları yapılsa da, hakim paradigma, tarihin sonu ve son insan yaklaşımı üzerinden şekillenmiştir. Nitekim Soğuk Savaş’ın bitişi ile Batı, Komünizm yerine İslam ve Müslümanları ikame etmiş ve Batı’nın ötekisi olan Müslümanlar ikincil ve önemsiz görülmüştür. İslam ve Müslümanlara yönelik her türlü ayrımcılığın meşrulaştırıldığı bir düzlemin Batılı ülkelerdeki pratikleri düşünüldüğünde, son insan olarak tavsif edilen Batılıların ne denli üstünlükçü bir yaklaşıma sahip oldukları da görülmektedir.
Başta ABD olmak üzere Batının güçlü ülkelerinin İsrail’e yönelik koşulsuz desteği uzunca bir süredir kendi iç kamuoylarında eleştiri konusu olmaktadır. Bugün Columbia’da başlayan ve bir domine etkisi ile başta ABD olmak üzere Batı’nın önemli üniversitelerine taşan öğrenci hareketleri, Filistin konusundaki duyarlılığı göstermektedir. Üniversite yönetimleri ve hükümetlerin tutumlarına rağmen bilinçli ve rasyonel bir tercihle protestoları sürdüren öğrencilere yönelik tepki ve yıldırma girişimleri, Batı’nın son insan ve model olma iddiasının gerçekliğini de tartışmaya açmaktadır. Uzunca bir süredir uluslararası sistemdeki güç dengesi üzerinden yaşanan sistem tartışmalarının bugün daha yoğun biçimde yapılmasının nedeni, herhangi bir tehdit olduğunda Batı’daki hükümetlerin özgürlükleri nasıl askıya aldığı ya da hiçe saydığı ile yakından ilişkilidir. Özellikle de İsrail lobisinin desteğiyle bir tür apartheid rejimlere dönüşen bazı ülkeler, en temel insan hakkı olan gösteri ve protesto hakkına yönelik çok açık bir mütecaviz tutum sergilemektedir.
Uzunca bir süredir İsrail’in sergilediği şiddet ve terör politikalarına yönelik eleştirilerin antisemitizm ile eşitlenmesi ise ifade özgürlüğü açısından ciddi bir sorun teşkil etmektedir. Öyle ki hükümetlerinin İsrail’e verdiği finansal ve politik destekten rahatsız olan öğrencilere yönelik Netanyahu’nun “ABD kampüslerinde antisemitizm ile mücadele edilmeli” yaklaşımı ve bu yaklaşımın Batılı hükümetler nezdinde karşılık bulması, bildiğimiz dünyanın sonu tartışmaları açısından önemli.