John Lukacs “Hitler Problemi” adlı eserinde, Hitler'in, 20. yüzyıl ve özellikle 2. Dünya Savaşındaki rolünden hareketle geniş bir biyografik izleğini sunar. Lukacs’ın yaptığı şey, Hitler’i sadece yol açtığı felaket ve sistematik soykırım üzerinden değil onu geniş bir tarihsel bağlam ve karakter üzerinden analiz etmek. Aksi takdirde Hitler’i tarihselleştirmenin mümkün olamayacağı bunun da hem dünya tarihsel olaylar hem de Hitler’in bu olaylara neden oluş motivasyonları açısından bir eksikliğe neden
John Lukacs “Hitler Problemi” adlı eserinde, Hitler'in, 20. yüzyıl ve özellikle 2. Dünya Savaşındaki rolünden hareketle geniş bir biyografik izleğini sunar. Lukacs’ın yaptığı şey, Hitler’i sadece yol açtığı felaket ve sistematik soykırım üzerinden değil onu geniş bir tarihsel bağlam ve karakter üzerinden analiz etmek. Aksi takdirde Hitler’i tarihselleştirmenin mümkün olamayacağı bunun da hem dünya tarihsel olaylar hem de Hitler’in bu olaylara neden oluş motivasyonları açısından bir eksikliğe neden olacağını düşünmektedir. Lukacs bu sorunu ortadan kaldırmak ve Hitler’i bütün yönleriyle portrelemek için hem ona dair başta biyografi olmak üzere bütün ikincil kaynakları hem de kendi yazdıklarını dikkate alır ve çocukluğundan bu yana Hitler karakterinin nasıl teşekkül ettiğini gösterir. Kuşkusuz bu çaba, Hitler’i bütünüyle anlama adına bir mecburiyet aslında.
Lukacs’ın bu çabası, Hitler’in seri bir katil ve soykırımcı olmasını mümkün kılan sosyo-politik koşulların analiz edilebilmesine inanılmaz ölçüde katkı sağlamaktadır. Örneğin Hitler’in bir “Yahudi Problemi” algısına nasıl sahip olduğu, yaşamının hangi döneminde zihninde bu tür bir problemin belirdiği ve problem olarak adlandırdığı olgunun nasıl çözümleneceği mühim bir konu idi. Yahudileri Almanya ve Avrupa hatta dünyanın bütünü için de bir tehdit olarak gören Hitler’in bu düşünceleri, Viyana ve Münih’te geçirdiği sürede şekillenmiş ve Hitler, başlarda Yahudilerin bir tür tehcire tabi tutularak bu sorundan kurtulunabileceğini düşünmüştür. Tehcirin anlamlı bir sonuç üretemeyeceği fikri hasıl olduktan sonra ise sistematik bir soykırıma girişen Hitler’in bu serüveni hem dönem hem de karakter analizi açısından bizlere çok şey söylemektedir.
7 Ekim’den bu yana Gazze’de yaşananlar ve Netanyahu üzerinden konuşulanlara bakıldığında, Netanyahu’yu sadece Hitler gibi bir figür ile karşılaştırarak onu salt bir katil olarak konumlandırmanın birçok noktayı gözden kaçırmamıza neden olduğunu düşünüyorum. Nitekim Netanyahu teo-politiğin baskın olduğu bir rejimde şekillenmiş ve içine doğduğu aile üzerinden de çeşitli sosyallikler kazanmıştır.
Babasının politik etkisi, kendisinin ABD’deki eğitim ve hariciye görevleri, özel askeri operasyonlara bir asker olarak doğrudan katılımı gibi şahsi tecrübeler, Netanyahu’nun kimliğini şekillendiren hususlar.
Öyle ki kardeşinin Entebbe Operasyonunu yöneten bir komutan olması ve o operasyonda öldürülmesi Netanyahu’nun karakteri açısından büyük önem arz etmektedir. Sonrasında Likud tecrübesi ve aşırı sağ düşüncelerle hayatına devam eden Netanyahu’nun muhtelif düşünce kuruluşlarındaki tecrübesi de aşırı sağ bir aktörün karakterini anlama adına önemli.
Medeniyet Versus Barbarlık
Netanyahu’nun karakterini şekillendiren düşünsel serüven de onun 7 Ekim’den bu yana İsrail terörünü nasıl çerçevelen-dirdiğini görmemiz açısından önemli. Bu nedenle, İsrail tarihindeki en genç Başbakan olan ve bu tecrübeyi üç farklı dönemde yaşayan Netanyahu’nun bugün Filistin halkına yönelik tutumu sadece onun “katil” kimliği üzerinden analiz edilemez. Birçok konuşmasında meseleyi pratik bir medeniyet düzleminde analiz eden Netanyahu’nun yakın tarihle kurduğu ilişki ve analojiler de oldukça sorunlu. Örneğin
geçtiğimiz günlerde Fransa’da bir televizyon kanalına mülakat veren Netanyahu, doğrudan Fransız halkına seslendi ve “bizim zaferimiz sizin zaferinizdir” dedi.
İsrail’in antisemitizmle mücadelesini bir zafer olarak yorumlayarak konuyu medeniyet düzlemine taşıyan
Netanyahu, “bizim zaferimiz Yahudi-Hristiyan medeniyetinin barbarlığa karşı zaferidir” diyerek aslında konunun muhatabının sadece İsrail olmadığını da ifade etti.
İsrail’in zaferini Fransa’nın zaferi olarak okuyan Netanyahu’nun bu röportajı yaptığı sırada, televizyonun önünde Netanyahu’yu protesto eden toplulukların varlığı, İsrail açısından durumun bütünüyle istenildiği gibi olmadığını göstermektedir. Tam da
Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Le Pen ve aşırı sağın gücünü tahkim ederek yoluna devam ettiği bu politik atmosferde, Netanyahu’nun, kendisini medeniyetin bir temsilcisi olarak görmesi ve diğer Batılı medeni topluluklardan destek talebi ilgi çekici bir konu.
Bütün dünyanın gözü önünde soykırımın 21. yüzyıldaki bütün imkanlar seferber edilerek yapılıyor olması hiç kuşkusuz bir utanç vesikası. Fakat bu utanç vesikasını, medeniyetin zirve yaptığı bu dönemde sonlandıramıyor olmak, yeni çatışmaların yaşanılmasını da kaçınılmaz kılacaktır.
Fransızların 2. Dünya Savaşı esnasında Almanlara teslim olmalarından birkaç gün önce Başbakanları Raul Reynaud bir radyo konuşmasına şunları söylüyordu: “Eğer Hitler kazanırsa yeniden Ortaçağ’a döneceğiz, fakat bu sefer İsa Mesih’in merhametiyle aydınlanmış bir Ortaçağ olmayacak.”
Biz de benzer biçimde Netanyahu’nun bir medeniyet savaşı olarak takdim ettiği bu savaşı İsrail lehine sonuçlandırması durumunda, dünyayı neyi beklediği üzerine düşünmemiz gerekmektedir. Bu sebeple konuyu bütünüyle anlamak ve tarihselleştirmek adına, on yıllardır devletin farklı düzeylerinde etkili bir aktör olarak barış yanlısı tutumlara hiçbir zaman prim vermeyen Netanyahu’yu bütün yönleriyle değerlendirmek gerekmektektedir.
#İsrail
#Netanyahu
#Dünya
#Turgay Yerlikaya