Gelelim hikâye türünün en dikkât çekici olanlarından birisine; siyâsal hikâyeciliğe… Siyâset serâpa bir hikâyeler külliyatıdır. Carl Schmitt, siyâseti teolojik dünyânın bir parçası olarak değerlendirirken haksız değildir. Ama bunun formu nihâyetinde edebî değil midir?
Kurucu, bağlayıcı(normatif) siyâsetler elbette bu durumu tahkim edebilmek için bir hikâye anlatmak zorundadır. Yeni Kantçı siyâset felsefecisi Ernst Cassirer, “Devlet Efsânesi” kitabında bu durumu anlatır. Şimdi bir an düşünelim; devlet gibi -tanım gereği- durağan, soğutan; bâzılarının bir “aygıt” olarak gördüğü küre bile kendisi için anlatılan hikâyede ne kadar da edebî bir değer kazanıyor. Efsânesi olmayan devlet var mıdır acaba? Haydi merhûm Çetin Altan’ı hatırlayalım ve onun yaptığı bir ayırımla düşünelim: En “teknik” olandan en “kabuk” olana kadar devletlerin cümlesinin bir hikâyesi vardır. Yâni en teknik bir devlet bile mitolojik bir hikâyenin konusudur. Üstelik devlet hikâyeciliği, bâzı ezber teorik ayırımları da iflâs ettirebilecektir. Modern devlet hikâyeciliği, geleneksel devlet hikâyeciliğinden aşağı kalmaz. Hattâ, kendi nam ve hesâbıma, modern devlet hikâyeciliğinin, beklenenin tersine, geleneksel devlet hikâyeciliğinden daha baskın olduğunu düşünüyorum. Târihsel-beşerî diyalektiğin bir cilvesi bu: Modernlik, kerâmetini kendinden menkûl bularak başta lânetlediği hikâyeleri tasfiye etmiyor; iddiasının tam aksine onları azgınlaştırıyor; yeniden formatlayıp daha da tesirli bir şekilde kullanıyor.
Modernite başka bir şey daha yaptı: Geleneksel dünyâlarda ”avam”dan kıskançlıkla saklanan ve ayrıştırılan; devlet ile özdeş kılınan siyâseti, olanca kamusal kapasitesiyle toplumlara veyâ uluslara açtı. Bu, siyâsal hikâyeciliği çeşitlendirdi ve zenginleştirdi. Devletlerin hikâyelerine ulusların hikâyeleri eklendi. Bu durum, en başta Havass veyâ Devletlûların canını sıktı. Ulusun hikâyeleri, devletlerin hikâyelerine göre çok daha tâze ve canlıydı. Anlatanlar ise, devlet hikâyeciliğinde olduğu gibi tecrübeyi vurgulayan yaşlı bilgeler değil, “Jönler”di. Artık ulusun hikâyeleri modaydı; devletin hikâyeleri ise demode kalıyordu. Leviathan değildi mesele; tam tersine ona “aşağıdan” başkaldıranlardı.
Buna daha sonra başka hikâyeler de eklemlendi. Ulusun hikâyesinin yerini almak isteyen sınıfsal hikâyeler buna misâldir. Bu hikâyeler eş anlı olarak kadim devlet hikâyeciliği ve ulusal hikâyecilikle çatıştı. 19. asır (1789-1945) bu çatışmaların laboratuarı gibidir. İdeolojiler ise bizzat bu hikâyelerin karşılığıdır.
Parlak, mutandan siyâsal hikâyeciliğin yanısıra genellikle ihmâl edilen bir başka hikâyecilik daha vardır. Serâpa siyâsal bir asır olan 19. asırda bu ihmâl bir dereceye kadar anlaşılır görülebilir. Bahse konu olan, sermâye odaklı olarak “ekonomik” hikâyelerdir. Meselâ ekonominin, siyâsal boyundurukları kıracağını ilân eden Ricardo; eğer siyâsal iktidarlar tarafından müdahale görmezse ekonominin insanlığın morâl hedeflerine varmasını sağlayacağını savunan, Adam Smith gibi İskoç Aydınlanmacıları, Fransa’da Quesnay ve Fizyokratlar tam da ekonomik hikâyeciliğin misâlleridir. Ama yukarıda işâret ettiğimiz gibi, 19. asırda siyâsal hikâyecilik karşısında bu hikayeler küçümsenmiştir. Bir hususa daha değinelim: En romantik olandan en bilimsel olana sosyalistlerin ehemmiyeti, bize bu hikâyenin, siyâsal hikâyeleri serâpa saf, yani kendisinden ibâret bırakmayacağını düşündürmeleridir.
20. asır (1945-1989) ise, siyâsal ve ekonomik hikâyeleri, kendi maksimlerinden arındırıp birbirine eklemledi. Bu, mevcût hikâyelerin soğutulmasıydı aslında. Devletin hikâyesi Leviathan’ın hikâyesi olmaktan çıktı; müşfik sosyal devlet temelinde ulusunu sâhiplenen bir hikâyeye dönüştürüldü. Uluslararası ve ulusun içindeki sınıfsal kavgalar söndürüldü ve ulus sâkinleştirildi. Sermâye ise yeniden bölüşümü kabûl etti. Onun için 20. asır için (ekonomipolitik değil) “politik ekonomi” asrı diyorum.
21. asır (1989-…) ise ekonominin hikâyesine, siyâsal hikâyeler karşısında özerklik ve dokunulmazlık kazandırdı. Baskın ekonomi hikâyeciliğinin adı ekonomizmdir. Siyâsal hikâyeleri bir anda boşlukta bırakan bir gelişmeydi bu. Yaşanan, zannedildiği gibi ne filânca ideoloji/akımın hezimeti ne de feşmekâncanın zaferiydi; bizzât siyâsetin külliyen hezimetiydi bu. Siyâsal hikâyecilik topyekûn çökmüştü. Ya ekonomizme tâbi olacak reelpolitik’e tahvil olacaktı, veyâ kendisine siyâsal olmayan alanlardan bir can suyu bulacaktı. İlk ihtimâle kapılanlar Yeni-Sağ’ı oluşturdu. İkinciler ise , aradıkları cansuyunu, ulus ve devleti önceleyen “sivil toplum”da buldular. Sol’un “kültüralist” Yeni- Sol’a dönüşmesini de bu açıklıyor. Hâsılı; 21. asrın hikâyeleri, bir tarafıyla “ekonomizm”in anlattığı hikâyeler, diğer tarafıyla da “kültürel” hikâyeler arasında bölünmüş gözüküyor. İlkinde özne kayıp. İkincisinde ise psikolojik olarak şişirilmiş durumda. (Erol Göka Hoca ne der, bilmiyorum; bugün kültürel olanı, psikolojik olandan ayrıştırmanın zorlukları ortada değil mi?)
Ama bana en trajik gelen husus şu: Mâhiyeti topyekûn “siyâsal” olan 19. asrın hikâyeleri moral bir dogmatik’e dayanıyordu. Hattâ; moral hedefleri olmayan ekonomik hikâyecilik bile yoktu 19. asırda. 20. asrın “politik ekonomik“ rutinleri bile moral beklentilerin yatıştırılması îtibârıyla, düşük bir profil üzerinden moral ihtivâ etmekten uzak değildi. 21. asırda esas sıkıntı, hikâyelerin moralden ayrışmasıdır. Ekonomizmin “çıkar”dan başka bir derdi olmadığını biliyoruz. Kültür-politik ise sâdece “hınç” üretiyor. Bize hikâyesizlik olarak dönen, biraz da, “çıkar” ve “hınç” arasında sıkışmış olmaklığımız değil mi?
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.