Avrupa’nın hal ve gidişatı

04:0011/06/2018, Pazartesi
G: 11/06/2018, Pazartesi
Süleyman Seyfi Öğün

Târihçi Braudel, medeniyet kavramının maddî dünyâsını çok sağlam bir şekilde ortaya koymuştu. İbn-i Hâldun’dan başlayan ve Montesquieu gibi düşünürlerde gelişen bir bakışın taçlanmasıdır bu.Coğrafî şartların burada son derecede mühim bir rol oynadığını da biliyoruz. Su ve karasal bağlamlar ise coğrafî şartların kalbini oluşturuyor. Tatlı su ve tuzlu su ayırımının da son derecede dikkât çekici bir rol oynadığı görülüyor.Bilindiği üzere, kadim imparatorluklar formasyonu, ağırlıklı olarak, içine tarımsal

Târihçi Braudel, medeniyet kavramının maddî dünyâsını çok sağlam bir şekilde ortaya koymuştu. İbn-i Hâldun’dan başlayan ve Montesquieu gibi düşünürlerde gelişen bir bakışın taçlanmasıdır bu.

Coğrafî şartların burada son derecede mühim bir rol oynadığını da biliyoruz. Su ve karasal bağlamlar ise coğrafî şartların kalbini oluşturuyor. Tatlı su ve tuzlu su ayırımının da son derecede dikkât çekici bir rol oynadığı görülüyor.



Bilindiği üzere, kadim imparatorluklar formasyonu, ağırlıklı olarak, içine tarımsal sulama için hayâtî bir ehemmiyete sâhip olan tatlı su havzalarının kontrol altına alınmasını içeriyordu. Yâni Karl Witfogel gibilerin kurdukları hidrolik kavramsal çerçeve, oryantalist önyargılara sâhip olmakla berâber o kadar da yabana atılır değildir. Bu minvâl üzere bakıldığında, tatlı su havzaları, karasal dünyâların içinde değerlendirilmesi gerekiyor.

İşin dikkât çekici bir boyutu, kadim imparatorluk formasyonlarının muhteşem karasal güçlerinin yanında, tuzlu su; yâni deniz güçlerinin zayıf kalmasıydı. Elbette denizler de bir şekilde kontrol altına alınıyordu. Ne var ki kadim imparatorlukları birer deniz medeniyeti olarak tanımlamak kolay değildir. Meselâ askerî açıdan bakıldığında tablo çok daha berrak görülebilir. Ne Çin, ne Roma ne de Osmanlı, göz alıcı karasal güçlerinin yanında bir deniz medeniyeti değildi. Adalardan oluşan; hâsılı deniz ile son derecede içli dışlı olmakla berâber kadim Japon imparatorluğu için bile durum bundan farksız görünüyor. Denizlerle çevrili olması, Japonya’yı kendi karasal dünyâsına gömmüştü.

Bu ayırımın siyâsal-kültürel neticeleri de çok farklı oldu. Deniz medeniyeti, ağırlıklı olarak ticârî bir mâhiyet taşıyordu. Liman şehirleri, siyâseten kurulan imparatorluk şehirlerinin tersine ticârî olarak kurulmuşlardı. Bu sebeple olsa gerekir, imparatorluk formasyonu ile uyuşumlu davranmıyor; zenginliklerini kıskançlıkla savunuyorlardı. Antik Grek dünyâsı buna tipik bir misâldir. Aynı kültüre sâhip olmakla berâber, siteler asla birleşmeye yanaşmıyor; kendi aralarında dâimî olarak çekişiyor, savaşıyordu. Bu gerilimin siyâset felsefesinde de bir karşılığı vardı. Eflâtun birliğin gereğini savunurken, talebesi Aristo, siyâsal ölçeğin sitelerde dengeye gelebileceğini; dolayısıyla bu ölçeğin muhafaza edilmesini savunuyordu.

Modern dünyâya doğru, feodalite de bir parçalanmışlığı ifâde eder. Ama bu parçalanmışlık, antik hidrolik parçalanmışlıktan farklı olarak karasal mâhiyettedir. Feodalite’nin parçalanmışlığı toprakta derinleşir. Haçlı Savaşları sonrası Doğu Akdeniz ticâretinin canlanması İtalyan şehir devletlerini de zenginleştirmiştir. Ama İtalyan Rönesansı’na giden ve bugün modern Avrupa’nın teşekkül etmesinde mühim bir kilometre taşı oluşturan süreçlerin ne kadar açıklayıcı olduğuna dâir şüphelerim var. İtalya çok zengin sanat birikimine rağmen modern Avrupa’yı karakterize etmiyor. Meselâ Hollanda Rönesansı ile İtalyan Rönesansı aslında aynı kaba konulacak türler olarak görünmüyor.

Kanaatimce Avrupa’yı doğuran süreç ağırlıklı olarak Amerikaların keşfidir. Yâni bahse konu olan Avrupa’nın Atlantik yüzüdür. Nitekim, Avrupa’nın yükselen güçleri, bu târihsel fırsatı uzun vâdeli bir yatırım hâline getirebilen güçler arasından çıkmıştır. Burada İspanya , Portekiz , hattâ Fransa gibi öncü fatih güçler bile tasfiye olmuştur. Bunun yerine Birleşik Krallık ve Hollanda gibi devletler baskın hâle gelmiştir.

Bir genelleme yapacak olursak, modern dünyânın yeni deniz güçlerinin, kadim karasal imparatorlukları bastırdığını ve hegemonyası altına aldığını söyleyebiliriz. Odağa Avrupa’yı koyacak olursak, orada da bir ayırım olduğunu görülüyor. Denizlere hükmeden bir Avrupa, kendi iç rekâbetinde Fransa , Habsburglar ve Prusya’yı da domine ediyordu. Yâni Avrupa içinde hep iki Avrupa; deniz ve kara Avrupası olageldi. Reformun haritası da aşağı yukarı buraya karşılık geliyor. Karasal Avrupa Katoliklikle, deniz Avrupası ise Protestanlıkla örtüşüyor.

AB, en net hesâba taşındığında bir ayağında Fransa; diğerinde ise Almanya’nın yer aldığı karasal Avrupa projesidir. Bugün brüt AB dökülüyor ve aslına, sert çekirdeğine rücû ediyor. Akdeniz Avrupası, başta İspanya ve İtalya olmak üzere merkezkaç bir dinamik gösteriyor. Kuzey Avrupa, başından beri AB projesini kendisine özgü bir soğuklukla karşılamıştır. Duvarın yıkılmasından sonra Almanya’nın büyüme iştihâsının nesnesi olan Doğu Avrupa ve Balkanlar Almanya’nın kontrolünden çıkıyor; ABD’nin kontrolüne giriyor. (Doğu Avrupa’da Almanya nefreti büyüyor). Avrupa-ABD Ticâret anlaşması çöpe atılmış vaziyette. Fransa ve Almanya , NATO içinde yalnızlaştırılıyor ve ABD’nin ağır ticârî ve ekonomik baskısına mâruz kalıyor.

Bugün Çin odakta olmak üzere kadim karasal imparatorluk beldeleri ayağa kalkıyor ve Atlantik dünyâsını sarsan adımlar atıyor. Osmanlı’nın bakiyesi olan Türkiye, Çarlığın ardılı olan Rusya, Hindistan, Pers imparatorluğunun ahvadı olan İran, Yeni İpek Yolu’nun ağında kendisine yer bulmak için çabalıyor. Karasal medeniyetin geri dönüşü bu. Karasal Avrupa bir yol ayırımında . PESCO çok kritik bir adım. Artık akıllarını başlarına almak ve en başta Türkiye ve Rusya ile olan ilişkilerini tâzelemek zorundalar. Değilse hâlleri hâl değil…

#NATO
#Avrupa