Adâletsiz özgürlükçülük

04:0028/10/2019, Pazartesi
G: 28/10/2019, Pazartesi
Süleyman Seyfi Öğün

Barış Pınarı Harekâtı’nın ardından “dünyâ kamuoyu” Türkiye karşıtı kampanyalara mâruz kaldı. Aslında bu kampanyalar “dünyâ kamuoyu” olarak bilinen çevrelerde zâten var olan , ama uyuyan kodları harekete geçirdi. Yapacak bir şey yok. Bunun târihsel bir derinliği var. Gerçekçi olup, Türkiye ve Türkler hakkındaki önyargıların değişmesini; ekonomik puanlamalarda olduğu gibi eksiden artıya yükselmesini beklememek gerekiyor. Kanaâtimce Türkiye’nin yeni dünyâ düzeninde, eskisinden farklı olarak rolünün

Barış Pınarı Harekâtı’nın ardından “dünyâ kamuoyu” Türkiye karşıtı kampanyalara mâruz kaldı. Aslında bu kampanyalar “dünyâ kamuoyu” olarak bilinen çevrelerde zâten var olan , ama uyuyan kodları harekete geçirdi. Yapacak bir şey yok. Bunun târihsel bir derinliği var. Gerçekçi olup, Türkiye ve Türkler hakkındaki önyargıların değişmesini; ekonomik puanlamalarda olduğu gibi eksiden artıya yükselmesini beklememek gerekiyor. Kanaâtimce Türkiye’nin yeni dünyâ düzeninde, eskisinden farklı olarak rolünün değişmesi ve etkinliğini arttırması bile bu yerleşik duyguları değiştirmeyecektir. Ama bir dönüşüm olabilir. Özellikle Avrupa kamuoyları düşünülürse, Türklerden korktukları çok açık. Temel duygunun bu olduğunu düşünüyorum. Asırlarca çocuklarınızı “Türkler geliyor” diye korkutursanız olacağı da budur. Bu korkunun, önce turquerie modasıyla hafiflediğini; ama Türkler zayıfladıkça ezici, aşağılayıcı bir nefrete dönüştüğünü görüyoruz. Tersi olursa, bunun hayranlığa dönüşeceği de , yine târihsel tecrübelerle sâbittir. Dönüşüm de burada ortaya çıkıyor. Korktuğunuzdan ya nefret edersiniz veyâ ona hayranlık duyarsınız. Korkuyla karışık hayranlık denilen duygusal bir durum vardır. Bahsettiğim de tam olarak budur. Ama, her hâlükârda, korkunun güven ve sempati ile yer değiştirmesini ummamak gerekiyor.

Meselenin bir başka yüzü daha var. Eğer korkutuyorsanız, bu rolü lâyıkı veçhile oynamanın size kazandıracağı şeyler de vardır. Korku edilgenleştirir. Oryantalizmin yumuşak topuğu da budur. Husûsen Türklere karşı gelişen tekmil olumsuzlamaların derinliklerinde Türk korkusunun aşılma gayreti yatıyor. Hâl böyleyken, onların korkusunu gidermeye çalışmanın; Türklerin aslında ne kadar medenî olduğunu ıspatlama gayretlerinin karşılık bulmayacağı bir tarafa; bulsa da oryantalist bakışa destek mânâsına geleceği âşikârdır. Bunu Jean Baudrillard çok berrak bir şekilde görüyordu. Reagan’ın İran’ı şeytanlaştırmasının nihâî tahlilde Batı’nın zaafı olduğunu; İran’ın kendilerine biçilen bu rolü “üstlenerek”; hattâ radikalize ederek elini nasıl büyüttüğünü, Batı’yı nasıl çâresiz bıraktığını uzun uzun tahlil ediyordu. Tabiî ki Türkiye henüz “şeytanlaştırılmadı”. Erdoğan şimdilik Putin, Maduro ve Trump ile birlikte anılıyor ve yeni sağın yükselişi içinde değerlendiriliyor. Dolayısıyla radikalleştirilecek bir durum yok ortada. Kararlılık göstermek ve dik durmak Türkiye’yi kâfi miktarda rahatlatacaktır. Eğer meseleyi Türkiye’yi şeytanlaştırmak noktasına getirirlerse kaybeden kendileri olur.

Mesele aslında yeni solu da içine alan liberâl bir basitlemeden neşet ediyor. 1920’lerden başlayarak çalışan ama 1980’lere kadar tesir doğurmayan yeni liberâl sendromun doğru okunması gerekiyor. David Harvey bu okumayı en iyi yapanlardan birisi. Hayek, Mises, Popper gibi düşünürlerin izinden gidenler, 1970’lerde ağır bir durgunluğa giren kapitalizmi, özgür ve rekabetçi piyasa mantığı içinde rahatlatmak istediler. Piyasanın işlediği ve derin eşitsizlikler doğurması mukadder olan çelişkilerin iyiniyetle göz ardı edildiği bir bakıştı bu. Evet, iyiniyetliydiler. Ama, Harvey’in de haklı olarak işâret ettiği üzere teorik olan özgür piyasadan umulan ile pratik ve pragmatik liberalizmin işleyişi arasındaki derin çelişkinin ihmâliydi bu. Artık değer üzerinden genel kâr oranının eşitlenmesi meselesinin doğurduğu ve piyasayı öngörülen ideal durumundan çıkaran (bozan) tesirler ıskalanıyordu. Bu ıskalamanın bedeli, tekelleşmenin yoğunlaşması ve dünyâ eşitsizliğinin derinleşmesiydi. Ama bu “iyiniyetli” açılım, 1960’lardan başlayarak kültüralist-libertinist açılımlarda bulunan solu da kendisine çekti. Sol, târihsel sicili îtibârıyla özgürlük ve adâlet değerlerini bitişik tutardı. 1960’larda bu bağ aşınmaya başlamıştı. Liberâl tesirle bu bağ koptu ve sol özgürlük tutkusuyla adâlet meselesini unuttu.

Sermâyenin, piyâsanın dejenerasyonu sebebiyle yaşadığı savrulmalar Merkez-Çevre düzleminde dünyânın dengelerini alt üst etti. Genel kârlılık oranlarının eşitlenmesi temelinde, emek yoğunluklu ekonomilerden sermâye ve teknoloji yoğunluklu sermâyelere dönük mekânsal geçişlerin ağır neticelerini idrâk ediyoruz. Fakirlerin daha da fakirleştiği ve zenginliklerin daha da kısıtlı çevrelerde yoğunlaştığı bir süreç bu. Ama eşanlı olarak eski merkezleri zor durumda bırakıyor. Neoliberâl ekonomik krizler üzerinden, husûsen 2007-2008 sonrası bu geçişler ve çözülmeler esnâsında ağır toplumsal birikimler ve tepkiler doğuyor ve yarı merkez dünyâda başta olmak üzere çeşitli direnç noktaları ortaya çıkıyor. Bütün mesele bu tepkisel oluşumların hangi siyâsal kanallara aktarılacağı. Sarı gömleklilerde görüldüğü gibi tablo çok heterojen. Elbette bunu kitlesel ölçekte sağ popülizmler toparlıyor. Sol ne yapıyor? Bu dirençleri anlamak ve içermekte derin bir zaaf yaşıyor. Ayakları yere basmayan soyut ve adâletsiz özgürlükçülüğü üzerinden, gelişen dirençleri eleştirerek var olmaya çalışıyor. Aslı Erdoğan gibilerin yaptığı budur işte…

#Barış Pınarı Harekatı
#Türkiye
#Oryantalizm
#Jean Baudrillard