Bu soruyu cevaplamak için ABD’nin genel Türkiye algısının ne olduğunu esas almak gerekir. Avrupa devletlerinin Türk ve Türkiye algısı ile ABD’nin Türk ve Türkiye algısı arasında ciddî bir farklılık olduğunu hemen kaydetmek gerekir. Avrupalıların Türk ve Türkiye algısı târihsel bir derinlik ve somutluğa sâhiptir. Bunun, Avusturya, Almanya, İtalya , Fransa ve İngilitere üzerinden, yegân yegân sağlamasını yapmak mümkündür. Türkiye’nin ve Türklerin bu devletler ve onların teb’alarıyla kurdukları ilişkiler
Bu soruyu cevaplamak için ABD’nin genel
Türkiye algısının
ne olduğunu esas almak gerekir. Avrupa devletlerinin Türk ve Türkiye algısı ile ABD’nin Türk ve Türkiye algısı arasında ciddî bir farklılık olduğunu hemen kaydetmek gerekir.
Avrupalıların Türk ve Türkiye algısı târihsel bir derinlik ve somutluğa
sâhiptir. Bunun, Avusturya, Almanya, İtalya , Fransa ve İngilitere üzerinden, yegân yegân sağlamasını yapmak mümkündür. Türkiye’nin ve Türklerin bu devletler ve onların teb’alarıyla kurdukları ilişkiler sâdece târihsel somutluk ve derinlik taşımanın hâricinde çok boyutludur da. Bu yakınlığın avantajları nispetinde, belki ondan daha fazla olarak dezavantajlarını da yaşamışızdır.
II.Umûmî Harp sonrasında Türkiye’nin birinci dereceden ve doğrudan Avrupa güçleri ile göğüs göğüse yürüttüğü boğucu ilişkilerin ağırlığından kurtulduk. Artık
Okyanus ötesindeki
yeni bir güç, ABD dünyâya hükmediyordu. Üstelik bu yeni güç, Türkiye ve Türklerden târihsel olarak kopuk ve uzaktı. Bu yüzden bize, Avrupalıların aksine son derecede
kompleksiz
bakıyordu. Türkleri ve Türkiye’yi ne çok fazla biliyor ne de fazlaca merak ediyorlardı. Birleşik Krallık’ın derin arşivleri ellerindeydi. Ama onlar Türkiye’ye
işlevsel
bakmaktaydı. Bir defâ, kültürel olarak Türkiye ve Türkleri zora sokan ve ona ağır ev ödevleri yükleyen
kültür muhasebeleri yapmıyorlardı
. Zâten tekmil
dünyânın kültürel olarak Amerikanizasonuna
dâir makro plânları vardı. Türklerin de bundan nasibini alacaklarını biliyorlardı. Türklerin Müslüman olmasının ABD’lilerin nazarında bir sorun olarak karşılığı yoktu. Türkiye, Müslüman bir devlet olarak NATO’da pekalâ yer alabilirdi.(NATO’yu Fransa veyâ Almanya’nın kurduğunu farzedelim. Türkiye ‘nin bu teşkilâta dâhil edilmesinin kolay mümkün olabileceğini hiç mi hiç zannetmiyorum). Mesele, muhtemel bir III.Umûmî Harp esnâsında Türkiye’nin sâhip olduğu
jeostratejik konumu
üzerinden NATO kuşatmasına dâhil olması ve
savaşkan kapasitesi
üzerinden Sovyetler’i bir süreliğine durdurmasıydı. Hâsılı Soğuk Savaş esnâsında ABD’nin Türkiye’ye yüzeysel,
araçsal
ve
işlevsel
bir bakışı vardı.
Meseleler, Soğuk Savaş nihayete erdikten sonra başladı ve büyüdü. Yıkılan Sovyetle Birliği’nin yerini alacak
yeni bir düşmana
ihtiyaç vardı. Bunun
ekonomik veyâ siyâsal-ideolojik
bir düşman olması artık mümkün değildi. ABD veyâ umûmî mânâda Batı’nın sâhip olduğu ekonomik modele, en azından kâğıt üzerinde rakip olabilecek bir alternatif artık mevcut değildi. Siyâsal değişken ise en azından o zamanlarda esen neo-liberal dalga için netâmeliydi. Demokrasi vurgusunu, hattâ Soğuk Savaş esnâsında olduğu yoğunlukta tonlamak en başta kendi demokrasilerinin yeniden bölüşümcü damarlarını tırpanlamakla meşgûl olan Reagan, Thatcher, Kohl gibi liderleri zor duruma düşürebilirdi. Düşman konusunda tercihlerini ideolojik de tutamazlardı. Çünkü o mutandan târihin sonu tezi üzerinden ideolojilerin sonu ilân edilmişti. Düşmansızlıktan kıvranan ABD nihâyet, bence de çok Avrupâî bir dönüşümle
düşmanı kültürel ve dinî olarak
tescilledi: Birinci derecede, merkezde
sert çekirdek
olarak İslâmiyet
ve ikinci derecede, ona göre daha esnek tutulan
Doğululuk
.. Evet ilk başlarda
İran İslâm Cumhûriyeti
ve
Kuzey Kore
bunların uç vermiş hâliydi. Bunlar yetmedi; Tâliban, El Kâide, IŞİD, Boko Haram vb örgütler sert çekirdeğe; nihâyet
Arap
BAAS’ları
,
Çin
ve
Rusya
da onu kuşatan halkaya eklemlendirildi.
Bu dünyânın
Soğuk Savaş’tan daha boğucu
olduğunu düşünüyorum. Soğuk Savaş esnâsında mücâdele -her ne kadar bence nihâî kertede kayıkçı kavgası olsa da-
ekonomik
,
siyâsal
ve
ideolojikti
. Bu üç kavramın etrafında yapılan bir mücâdele kaçınılmaz olarak
medeniyet
gibi hakem rolünü oynayacak bir kavrama göndermede bulunmak zorundaydı. Çünkü bu üç kavram da medeniyetten neşet etmiş ve medeniyeti yüceltmeye adanmış kavramlardı.
Ekonomi refah, siyâset demokrasi, ideoloji ise
yabancılaşmanın bertaraf edilmesini, yâni özne olmayı vaad ediyordu. Belki de III.Umûmî Harp tehlikesi karşısındaki sigorta da buydu. Lâkin düşmanlaştırma süreci
inanç ve kültür eksenine
kaydığı zamân medeniyet ortak, kesişimli bir referans kümesi olarak çalışmaz. Bu, en hafif tâbirle iptidâiliğe ricattır.
Yeni sağ
veyâ muhafazakârlık kendisini içi boş bir ekonomizme;
yeni sol
ise kültürel özgürleşme ve özerklik gibi kavramların büyüsüne kaptırarak müştereken oyuna getirilmiş medenîyet iddialarını kaybetmişlerdir. Ekonomizm, ekonominin ahlâkî endişelerinden mutlak sıyrılmasına yol açmış, rekâbetçiliği ve kazanmayı kendi içinde amaç kılmış, bu duyguları en tahripkâr ve en gayrı insânî çizgiye çekmiştir. Kültürel özgürleşme veya özerkleşme ise yeni kabilecilikleri ayağa kaldırmış, dünyâyı eş anlı olarak Haçlı ve 30 Yıl Savaşları’nın iklimine sokmaktan başka bir işe yaramamıştır.
Biden’ın
Demokratlar ve Otokratlar
ayırımının mânâlı
hiçbir politik karşılığı
yoktur
. Bu, dünyâyı
kültürel olarak, dost-düşmân kodlarla kodlamaktır.
Ve her kültürel kodlama gibi sayısız defosu vardır ve daha da olacaktır. Bu tarz kodlamalar en nihâyetinde yapanların elinde patlar. Ama bu yeni iklimin bizlere bir şeyi derinden kavratması ve gereksiz umutlar beslemeye mâni olması gerekir. En iyi günlerde ABD’nin gözünde, uzakta, üstelik sık sık sorun çıkaran bir istasyon olmanın hâricine çıkamadık. Bugün yeni ve farklı dünyâ denklemleri üzerinden “Müslüman” Türkiye’ye bakan aynı göz,
rahatsız edici bir fazlalılıktan gayrı
neler görür acaba?.
#Siyaset
#Politika
#NATO
#Savaş
#Süleyman Seyfi Öğün