Tur-Ir barışı bozuluyor mu?(1)

04:0012/09/2024, Perşembe
G: 12/09/2024, Perşembe
Süleyman Seyfi Öğün

Modern dünyânın jeopolitik, jeokültürel ve jeoekonomik yapıları arasında derin bir çelişkinin hüküm sürdüğü çok zorlanmadan herkesin görebileceği bir gerçektir. Bu çelişkilerin aslında tekmil târihe mâl edilebilir olduğu da söylenebilir. Ne var ki modern dünyâ bunları çok daha derinleştirmiş ve keskinleştirmiştir. Jeopolitik ile jeoekonominin yapılanış ve davranış tarzları arasındaki çelişkiyi; bilhassa sermâyenin ne kadar ulus ve devlet tanımaz olduğunu çok yazdım. Burada, yazının başlığını temellendirmek



Modern dünyânın
jeopolitik, jeokültürel ve jeoekonomik yapıları
arasında derin bir çelişkinin hüküm sürdüğü çok zorlanmadan herkesin görebileceği bir gerçektir. Bu çelişkilerin aslında tekmil târihe mâl edilebilir olduğu da söylenebilir. Ne var ki modern dünyâ bunları çok daha derinleştirmiş ve keskinleştirmiştir.
Jeopolitik
ile
jeoekonominin
yapılanış ve davranış tarzları arasındaki çelişkiyi; bilhassa sermâyenin ne kadar ulus ve devlet tanımaz olduğunu çok yazdım. Burada, yazının başlığını temellendirmek için daha çok
jeokültür ile jeopolitik yapılar arasındaki
çelişkileri merkeze alacağım...
Modern dünyâda başat jeopolitik aktörün
devletli uluslar ve uluslu devletler
olduğunu biliyoruz. Egemenlik üzerinden ayrışan ulus devletler (UD) veyâ devlet ulusların (DU) sınırları çok defâ jeokültür ile örtüşmez. Yabancı birileri içeride, akraba birileri ise dışarıda kalır. UD ve DU’lar da bu meselelerle boğuşmaya mahkûm olur. Hâsılı, jeopolitik ve
jeokültür çatışır.
Jeokültürel dâirelerin neler olacağı husûsunda hemen akla geliveren başat üç kıstas
din, dil ve etnisitelerdir.
Jeopolitik ve jeokültür uyuşumu adına ilk değişken, yâni din değişkeninin müşterek olması da her zaman için yeterli olmaz. Bu defâ mezhebî farklılıklar devreye girebilir ve veri jeopolitik yapıları yine sıkıntıya sokar.
Dinî değişken ile etnik değişken
arasında da sonu gelmez gerilimlerin mevcut olduğunu biliyoruz. Etnik kökenlerin aynı olması da tek başına jeopolitik yapıları rahatlatmaya yetmez. Meselâ Kuzey İrlanda’da Katolik İrlandalılar ve Protestan İrlandalılar arasında çözümü neredeyse imkânsız görünen bir kan dâvâsına yol açmıştır. Tıpkı bunun gibi hepsi Slav köklere sâhip olan Katolik Hırvatlar, Ortodoks Sırplar ve Müslüman Boşnaklar arasında bir türlü kalıcı barış ve uzlaşma sağlanamamıştır. Slav Ukraynalılar ile Slav Ruslar arasındaki kavga dil ve mezhep temelinde örgütlendi. Ukraynalılar, Ukrayna dilinin Rusçadan farklı bir dil olduğunu iddia etti. Ukrayna’nın batısındaki coğrafyalarda Katoliklik yaygındı. Banderist Ukrayna milliyetçiliğinin buralarda köklendiğini biliyoruz. Savaşın hemen ortalarında Ortodoks Ukrayna Kilisesi’nin Moskova Patrikliğinden ayrılması da din üzerinden bir farklılık yaratmak adınaydı.
Yukarıdaki misaller düşünüldüğünde
jeopolitik yapılaşma ve ayrışmaların ne kadar kırılgan olduğu
hemen anlaşılacaktır. Başka şekilde ifâde edecek olursak, modern dünyâda muhtemel her türlü ayrışmayı bertaraf edecek bir sınır bulmak hayli müşkildir. Bunun az sayıdaki istisnâlarından birisi Türkler ve Farslar arasında 1639 târihinde kabûl edilen ve günümüze kadar devâm eden sınır anlaşmasıdır. Bu sınır, Türk tarafında, İran’ın hâkim teopolitikasına mensup az miktarda Câferîler olarak anılan bir nüfûsu bıraktı. Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmâil arasındaki rekâbette Şah’ın nüfûzunun çok tesirli olduğu Alevî Türklerin protest dinamikleri çok tesirliydi. Kasrışîrin’den sonra bu dinamikler bastırıldı. Bu bağların kopmasında, zamân içinde İran’ın teopolitik sekterleşmesi ve kendi taassubunu doğurması da rol oynadı. İran’daki teopolitik sekterleşme, bâzı teolojik açılardan yakın dursa da çok farklı hayât pratiklerine sâhip olan Türk Alevîliğinin İran ile bağının kopmasına yardımcı oldu. Buna mukâbil İran tarafında, etnik olarak Türk olan çok kalabalık bir nüfûs kaldı. İran ise bu nüfusu, çok kuvvetli bir dil olan Farsça ve Şia ideolojisi üzerinden massetme yoluna gitti.
Kasrışîrin Anlaşması’nın arkasında derin bir târihsel tecrübenin yattığını biliyoruz. Persler, çorak bir tabiata sâhip olan İran coğrafyasından
batıya doğru bir açılımı
devlet siyâseti olarak benimsemişti. Amaçları mümbit
Mezopotamya ve Anadolu’yu ele geçirip Akdeniz’e açılmaktı.
Pers-Grek savaşları antik târihin en mühim sayfalarından birisini meydana getirir. İranlıların ataları olan Perslerin, bu teşebbüslerinde zaman zaman muvaffak olduklarını da biliyoruz. Ama bunlar uzun ömürlü olmadı. Her defâsında bir tutunum sorunu yaşadılar ve geri çekilmek zorunda kaldılar. Buna mukâbil Helen birliğini sağlamış olan İskender’in Pers topraklarını işgâli de bir netice vermemiştir.

Grekoromen sentezi sağlamış olan Roma devrinde de bu mücâdele devâm etmiştir. Perslerin yerinde bu defâ Sasanî devleti vardır. Roma-Sasanî savaşları seneler boyu devâm etmiştir. Gelin görün ki bu savaşlar iki tarafın da harâbiyeti ile neticelenmiştir.

Doğu Akdeniz’in yeni fâtihi olan ve Grekoromen birikimin coğrafyasına yerleşen Müslüman Türkler de bu târihsel mücâdele dinamiğinden nasibini almıştır. Osmanlı-İran savaşları, neticesinin hiçbir zaman belli olmadığı, her iki tarafı da yoran, tâkatsiz bırakan savaşlar manzûmesidir. Nihâyet 17. asrın ortalarında, Türkler ve Farslar, bu savaşların taraflardan herhangi birisine yâr olmayacağını anlamış olmalılar ki Kasrışîrin’de anlaştılar.

Buraya kadar yazdıklarım üzerinden rahatlıkla diyebiliyorum ki,
Türk-Fars sınırı, dünyânın
mümkün olabilen
en sahih sınırlarından birisidir.
Bu sınırın varlığı, iki dünyâ arasındaki kültürel alışverişlere de mânî olmamıştır. Türklerin görgül ve tecrübî olarak İslâmiyet’i öğrenmesinin Farslar üzerinden gerçekleştiğini biliyoruz. Türklerin batıya doğru serencâmında Fars dünyâsı bir köprü olmuştur. Fars kültüründen çok unsur Türk kültürüne eklemlenmiştir. Osmanlı Türkçesinde, bilhassa edebiyatta Farsça kelimelerin çok büyük bir yekûn tuttuğunu biliyoruz. Buna mukâbil Farsçada da, bilhassa günlük Farsçada hatırı sayılır sayıda -kimilerine göre Türkçeye geçen Farsça kelimelerden daha fazla- Türkçe kelimenin yer aldığını, elyevm kullanıldığını biliyoruz. Daha mühimi, dünyânın en sağlam gramerlerinden birisine sâhip olan Türkçenin, Farsça grameri de büyük ölçüde belirlediğini unutmamak lâzım gelir.

Bu yakınlaşmaların ve etkileşimlerin dışında, Türkler Türk, Farslar da Fars kalmışlardır. İki dünyâ arasındaki bâzı temel kültürel farklılıkları bir başka yazımda değerlendirmiştim.

Son on seneler itibârıyla yaşanan bâzı gelişmelerin, yaklaşık dört asırlık bir mâziye sâhip olan Türk-Fars barışını sarsacak, belki de bozacak tesirlerini idrâk ediyoruz. Yazının ikinci kısmında bunları ele alacağım.

#Politika
#Diplomasi
#Süleyman Seyfi Öğün