Kendi nam ve hesabıma, “ara târihsel dönemler”den hep korkmuş, çekinmişimdir. Târihin “balayı” olmadığını biliyorum. Târihin sâdece imkânları mevcûttur. Bazı târihsel sorunlar, ya bu imkânlar akıl yoluyla ele alınarak etkisizleştirilir ya da savsaklanarak derinleştirilir. Ara dönemler, ya da “târihsel balayları” olarak bilinen tecrübeler, bu sorunların taraflarca ortak olarak, ya da en az bir tanesince “savsaklanmasından” ibarettir. Savsaklamanın daha beter olan sonucu da; büyük beklentiler doğuran ve hüsranla sona eren her “târihsel balayının” ardından, sorunun biraz daha köklendirilerek geleceğe savrulmasıdır.
Kürt sorunu, bir diğer târihsel sorunumuz olan Alevî sorunuyla birlikte önce yüzleşmekten çekindiğimiz, daha sonra da nasıl çözüleceği konusunda tam bir akıl tutulması yaşadığımız sorunlardandır. Devlet açısından bu sorunun tanımlanması bile on seneler aldı. Bu yok sayma döneminde “devlet refleksi” ile başvurulan tedbirler, sâdece sorunu derinleştirdi. Bu kadarını aklı başında olan herkes biliyor ve değerlendiriyor. Ama sorunun genellikle geçiştirilen başka bir yüzü daha mevcûttur. Devletin baskıcı ve yok sayıcı siyâsetleri, bunlara muhatap olan tepkileri de kültürel olarak şekillendirdi. Yâni ortada tam bir hegemonya sorunu mevcûttur. Kürtlere karşı uygulanan “tekçi”, “otoriter” siyâsetler; aynı zamanda ve misli ile berâber Kürt siyâsal hareketinin de “tekçi” ve “otoriter” bir yapılanma içine girmesine yol açtı. Daha basit ifâde edelim: Uzak Asya'dan Latin Amerika'ya ve Ortadoğu'ya kadar, yarı merkez ya da çeper toplumlarda çok sayıda numunesini bulabileceğimiz otoriter, baskıcı egemen siyâsetler, milliyetçilik ile harmanlanan Stalinist çeşitlemeleriyle muhâlif hareketleri doğurdu. Bunun sağlaması çok kolaydır. Bu muhâlif hareketlerden herhangi birisi kazara bir yerlerde iktidârı devirip başarı kazandıysa netice tam bir felâket olmuştur. İşte Çin, Kamboçya, Vietnam, Arnavutluk, Küba... Hepsi Stalinizmin versiyonlarıdır ve güdük 20. yüzyılın en kanlı sayfalarını oluşturur.
Çarpışan güçlerin birisinin nizâmî devlet ordusu ve güçleri; diğerinin ise gayr-ı nizâmî askeri ya da yarı-askeri yapılar olması durumu değiştirmiyor. Hatta, kanaatimce daha da belirgin hâle getiriyor. Nizâmî olanın gayr-ı nizâmî karşılığı, nizâmî olandaki sorunun daha derin bir şekilde içselleştirilmesi anlamına geliyor.
Bütün sorun, tanımsal olarak gayr-ı nizâmî dünyânın, “mağdur” ve “mâsum” olarak görülmesinde düğümleniyor. Stalinist muhâlif hareketlerin değerlendirilmesinde yaşanan akıl tutulması, “mâsumiyet” ve “mağduriyet” olma düşüncesinin ucuz bir romantizmle abartılmasının ürünüdür. Başlangıçta doğru olan bir bakış, böylelikle büyük bir yanlışa dönüşüyor. Nazilere karşı savaşan Enver Hoca Stalinizminin, Fransız ve Amerikan emperyalizmine karşı savaşan Güneydoğu Asya Stalinizminin, İngiliz sömürgeciliğine karşı bayrak açan Maoculuğun uygulamaları ortada. İlki, târihte ilk ve muhtemelen son defa ateizmi resmî ideolojisi yapan akıl yoksunu bir devleti, ikincisi 20. yüzyılın en büyük katliamlarından birisini yapmış olan Pol Pot rejimi, üçüncüsü de yine milyonlarca insanı hayâtından eden çılgın kültür devrimiyle hatırlanıyor. Bu yapıların ayakta kalan son kalesi ise mâhut Kuzey Kore'dir.
Stalinizm, sâdece basit bir ideoloji değil, çok farklı ideolojik yapılarda tutunabilen bir sendromdur. Bu, romantik olarak başlayan, “mağdur” ve “mazlumdan” yola çıkan; onları sert yapıları içinde örgütleyen, masseden, kazarâ iktidâra gelirse de, bu büyük kütleleri yüce amaçlar(!) için harcamaktan çekinmeyen bir siyâsal hastalıktır. Maalesef Kürt siyâsal hareketi bu hastalıkla malûldür. Tekçi devletin, ordusu ve güvenlik güçleriyle baskılanan Kürt siyâsetinden derin bir milliyetçi Stalinizm türedi. Çözüm süreci devletin geleneksel yoksayıcı, baskıcı siyâsetlerinin eleştirildiği, gözden geçirildiği çok önemli bir târihsel adımdı. Bu adımın başarılı olması, Kürt siyâsal hareketinin de Stalinist geçmişini geride bırakmasıyla başarıya kavuşabilirdi. Silahsızlanmanın siyâsal-sosyolojik karşılığı anlamını burada bulabilecekti. Öyle olmadı. Özünde Stalinist olan arkaik sol bir söylemin mensubu kadrolar geri adım atmadı. Kandil Stalinizmine karşı HDP'nin eli kolu bağlı kaldı. Bu baskıyı aşacak bir irâde de ortaya koyamadı. Nihayet Kobani üzerinden Stalinizm hortlatıldı. Türkiyelileşmek, demokratik özerklik vb tematiklerle Kürt Stalinizmi romantize ve estetize edildi. Kobani devrimi masalı da bu akıl tutulmasının son halkası oldu. Devletin geri çekildiği her boşluğu KCK Pol Potçuluğu doldurdu.
Gelinen aşama ortada. Artık hayli kanlı geçecek günlere doğru hızla yol alıyoruz. Bugünler, devletçi şâhinlerin ve savaş lordlarının da ellerini ovuşturdukları günlerdir. Sürecin bizleri yeniden 1990'ların kaosuna sürükleme ihtimâli hayli kuvvetli gözüküyor. Buna çok dikkat etmek gerekiyor. Yeni hükûmetin AK Parti ve CHP tarafından kurulması, ağır sorumluluklarıyla birlikte büyük bir târihsel fırsat olarak gözüküyor. İpleri savaş lordlarına kaptırmadan, memleketin ihtiyâcı olan demokratik reformları başarmak; diğer yandan da, güvenlik meselesini götürmek zorundalar. Umarız ki, hortlayan Kürt Stalinizmine verilecek cevap Türk Bonapartizmi ya da Peronizmi olmaz. Umarız ki, dünyâ siyâsal kamuoyunda da karşılığı olan siyâsal aklın icapları ve bu yolda atılacak adımlar bir başka zaafa kurban edilmez.