Sistem karşıtı hareketler

04:0010/07/2017, Pazartesi
G: 17/09/2019, Salı
Süleyman Seyfi Öğün

Geçtiğimiz günlerde, peşpeşe aldığım iki haber dikkatimi çekti. İlki G-20 toplantısı sırasında yaşanan küreselleşme karşıtı ve anti-kapitalist protestolarla âlâkalıydı. Doğrusu, artık bu tarz haberler benim için bir hayli sıkıcı ve manâsız.Evet, bu insanların sokağa dökülmeleri, bir şeyleri protesto etmek niyetlerini ve bunun ardındaki sayısız gerekçeyi anlayabiliyorum. Bunlar gerçekten de yabana atılacak şeyler değil. 2010’lar îtibârıyla, 1990’lardan başlayarak yaşadıklarımız ve tecrübe ettiklerimizle,

Geçtiğimiz günlerde, peşpeşe aldığım iki haber dikkatimi çekti. İlki G-20 toplantısı sırasında yaşanan küreselleşme karşıtı ve anti-kapitalist protestolarla âlâkalıydı. Doğrusu, artık bu tarz haberler benim için bir hayli sıkıcı ve manâsız.


Evet, bu insanların sokağa dökülmeleri, bir şeyleri protesto etmek niyetlerini ve bunun ardındaki sayısız gerekçeyi anlayabiliyorum. Bunlar gerçekten de yabana atılacak şeyler değil. 2010’lar îtibârıyla, 1990’lardan başlayarak yaşadıklarımız ve tecrübe ettiklerimizle, küreselleşme konusunda yapılan sayısız güzellemenin ne kadar içeriksiz, boş şeyler olduğunu anlayabilecek kıvama geldik. Refahı vadeden “ekonomizm” ve “teknolojizmin” aslında hiçbir derde devâ olmadığını ve daha beteri; umarsız ve acımasızca, “sosyal”i boşa çıkardığını gördük. Ne yamandı o 90’lı seneler? Medya, eğitim programları, akademik çevreler el ele verip; duvarların yıkıldığı, sınırların kalktığı bir dünyâda insanlık için artık sayısız fırsatların yüzdüğünü ve bu sâyede meselelerin üstesinden gelineceğini pompalayıp duruyorlardı.

Bu vaatler ve çağrılar, ilk bakışta heyecan veriyordu. Gerçekten de Soğuk Savaşın resmîleştirdiği, bürokratize ettiği, rutinleştirdiği; kaba saba ideolojilerle süslediği “siyah-beyaz” bir dünyâdan kurtuluyorduk. Baş suçlular “devletler” ve “uluslar”dı. Sermâye ve teknoloji ile kanatlanan ekonomizm ise bu kaba saba yapıları çözüyordu. Evet, eleştiriler son derece mâkûl ve inandırıcıydı. Devletlerin ve ulusların sicilleri konusunda yapılan eleştiriler hiç de yanlış değildi. Bütün mesele, “toplumsal”ı bunların sultasından kurtarmaktı. Ama bizzat “toplumsal”ın da kaba saba bir formasyon olduğu da ortadaydı. Devletsiz ve ulussuz bir toplumsal nasıl tanımlanacaktı? Devletin ve ulusun sonuna gelmek; aynı zamanda toplumsalın da sonuna gelmiş olmayı imliyordu. Hemen “sivil toplum” kavramı devreye sokuldu. Bu kavram, Doğu Avrupa’nın çözülmesi sırasında etkili olan entelijensiya tarafından keşfedildi. Hemen ardından bu kavramın sosyal ve siyâsal teorideki arkaplânı açığa çıkarıldı. Üzerindeki tozlar alındı ve Anglo-Sakson üniversitelerinde yeni modellemelere dönüştürüldü ve cümle dünyâya servis edildi. Hâsılı , devlet ve ulus, olsa olsa sivillik ile aşılırdı.

Sivil toplumu ise kültürel durumlar belirliyordu. Devlet ve ulusla eşlenen toplum ise kültürel yapılarından arındırılmış bir formasyon olduğuna göre yapılması gereken, onun sivilliği üzerinden kültürel rûhunun geri çağrılmasıydı.

Aslında, olup biten sermâyenin, her türlü siyâsal eleştiriden muâf hâle getirilmesiydi. Siyâsal enerji artık kültürel davâlar üzerinden devlet ve uluslara karşı seferber edilecekti. Çok kültürlülük, cinsiyet ayırımcılığı, etnik davâlar gündemlerin baş maddeleri hâline getirildi. Hattâ bizzat “özgürleştirici” sermâye bu eleştirel çevreleri alabildiğine destekledi.

Adorno pek meşhûr aforizmasında “Yanlış hayât doğru yaşanmaz” diyordu. Pekâlâ.. Yanlıştan doğru çıkmıyor. Kabûl.. Ama bunu biraz da tersinden düşünelim. Elimizdeki doğrularla, doğru bir hayat kurabileceğimizin garantisi ne? Çok fazla “doğruyla” çok fazla yanlış da yapılabiliyor. Bence gelinen durumu, bu daha fazla açıklıyor.

Zihinlerimiz kültürel spekülasyonlar içinde yüzerken, nesnel târih bize yapacağını yapıyor. Dünyâdaki eşitsizlikler ve adâletsizlikler derinleşirken, aklımızı ve fikrimizi ne idüğü belirsiz ve târihsel olarak sakil olduğu her hâlinden belli olan “serbest piyasa-serbest düşünce” formülüne kaptırdık. 2010’lu seneler ise bunun iflâsını gösteriyor bize. Artık bu sun’i dünyânın çevrimi krize girdi. Devletler ve ulusların geri dönüşüne tanıklık ediyoruz. Bu geri dönüş elbette ki en rijit hâliyle oluyor. Devletler ve ulusları geri döndüren hiper reelpolitik.

Dünyâ Ekonomik Forumuna karşı kurulan Dünya Sosyal Forumundan bir şey çıkmıyor. Hiper reelpolitik ile hiper ekonomizmin çatıştığı bu akıl dışı dünyâda, eylemler sâdece umutsuz bir hınç gösterisinden başka bir şey değil. Ezikler, kaybetmişler üç-beş günlüğüne şehirleri yakıp yıkıyor. Sonra?.. Sonrası koca bir nâfile… İnsanın irâdesi, tepkilerinin ve hınçlarının körleştirdiği bir mertebede. Kimsenin, “peki nasıl bir dünyâ istiyoruz?” sorusuna vereceği doğru dürüst bir cevabı yok. Refah ve tüketim ideolojisine inanıp; kaybedince hınç gösterileri yapmanın kazandıracağı hiçbir şey olamaz.

Hamburg’daki gösterilerin haberini izlerken aklımdan geçenler aşağı yukarı bunlardı. Ama bir sonraki haber bu düşüncelerimin âdeta sağlaması oldu. Duydunuz mu; ABD’de bir anti-kapitalist müze kurulmuş. Bu müzenin galerilerinde gezerken kapitalizmin insanlığa neler çektirdiğini belgeleriyle görüyormuş insanlar…Ne diyelim; gâliba en iyisi Neyzen Tevfik gibi düşünmek; “Geçer”…..

#Hamburg
#Neyzen Tevfik
#Adorno
#G-20 Zirvesi