1950’ler aynı zamanda
Soğuk Savaş’ın başladığı senelerdi.
İktidâra gelen Muhafazakârlar için durum hayli avantajlıydı. Kurucu, acilci köktencilerin dayattığı modernleşme kodları büyük ölçüde
Diğer taraftan Avrupa ile olan ilişkilerin tecrübî târihi son derecede somut ve can acıtıcıydı. Muhafazakâr modernistlerin müşteki oldukları, aslında Rumeliciliğin sürüklediği, felsefî (zihnî) -kurumsal karşılıkları ve derinlikleri olan
Avrupa tarzı sert kodlara sâhip
Türk muhafazakârlığı ve sağcılığı, modernleşmenin
taraflarıyla barışıktı. Gelin görün ki,
Avrupa gelenekleri, mühendisliği ikincilleştiriyor,
evvelemirde,
kurumsal zorlamalara dayalı olarak zihniyet ve kültür meselelerini
merkeze koyuyordu. Buna mukâbil
bir modernleşme, bunun tam da tersini ifâde ediyordu. Bir defâ orada
kurumsal yapılar son derecede esnekti.
Sistem, sivil inisyatiflere evveliyet tanıyordu. Dahası, bu gelenekte
mühendislik faaliyetler, Avrupa’ya has, sonu gelmez fikircilikleri
sahanın dışına itiyordu. Fırsat hemen değerlendirildi. Pratikte hiç bir somut karşılığı ve derinliği olmayan, lâkin edebî söylemlerle şişirilmiş bir geçmiş mistisizmi, artık kârlılık güden yeni bir esnâflık ve ticâret anlayışı, modernleşmeye açık yeni tasavvufî yorumlarla toplumsallaşan pozitivist İTÜ mühendisliği ile el ele verdi. Türk sağının ana sermâyeleriydi bunlar.
NATO bağları üzerinden tutkulu bir Amerika aşkı
başladı. Aşkın bir aşktı bu. Anadoluculuk kıt’alar ve denizler aşıyordu. bunun ateşleyici gücü olan antikomünist hissiyât , somut târihsel karşılığı olan Moskof korkusunun yeniden üretimiydi.