NATO’nun kuruluşunun 75.sene-i devriyesi münasebetiyle bir zirve düzenlendi. NATO’nun güney kanadının en mühim parçasını oluşturan Türkiye de bu zirveye katılıyor. Artan üye sayısı , genişleyen yapısı ile NATO bildiğimiz NATO mu acaba? Bence kritik soru budur. Bu kuruluşun Sovyetler Birliği’nin merkezde olduğu veri bir tehlikeye karşı savunma amaçlı kurulmuş olduğu herkesin mâlumudur. Tez ve antitez ilişkisidir bu. Varşova Paktı, NATO’nun, NATO da Varşova Paktı’nın antitezi olarak tezâhür etmiştir.
NATO’nun kuruluşunun 75.sene-i devriyesi münasebetiyle bir zirve düzenlendi. NATO’nun güney kanadının en mühim parçasını oluşturan Türkiye de bu zirveye katılıyor. Artan üye sayısı , genişleyen yapısı ile NATO bildiğimiz NATO mu acaba? Bence kritik soru budur.
Bu kuruluşun Sovyetler Birliği’nin merkezde olduğu veri bir tehlikeye karşı savunma amaçlı kurulmuş olduğu herkesin mâlumudur. Tez ve antitez ilişkisidir bu. Varşova Paktı, NATO’nun, NATO da Varşova Paktı’nın antitezi olarak tezâhür etmiştir. Doğrusu ben NATO’yu, çok basitçi bulduğum kutuplu dünyâ analizlerinin tersine, Anglo Amerikan çekirdek güçlerinin Kıt’a Avrupa’sına çökme projesi olarak değerlendiririm. Daha sert bir ifâdeyle bu kuruluş, Denizaşırı Batı’nın Kıt’asal Batı’yı kontrol etmesini sağlayan bir cihazdır. Komünist Sovyetler Birliği’nin varlığı, senaryonun olsa olsa tamamlayıcı tarafını meydana getirmiştir. Anglosakson dünyâ, Euro Dolar’ın hâkimiyeti temelinde kıt’asal Batı’yı teşkil eden Avrupa’yı elinde tutabilmesi, üzerindeki kontrolün devamlılığını temin için bir korku kaynağı bulmaya mecburdu. Komünist tehlike tam da buna hizmet eden bir güç kaynağıydı. Bu jenaratörü işletebilmek için Doğu Avrupa tekmil, Orta Avrupa’dan bir kısım devlet, bu arada Doğu Almanya Sovyetler’e bir bedel olarak verildi. (Tabiî ki bu fotoğrafın tersi, Doğu Bloku’nda, kapitalist-emperyalist tehlike olarak vâritti).
Anglosakson dünyâ ile Kıt’a Avrupası arasındaki ilişkilerin eşitsiz olduğu son derecede âşikârdı. Bu iki dünyâ arasındaki ekonomik ilişkiler genel ticâretin neredeyse %80’ine yaklaşan bir hacim kazanmıştı. Ama Dolar üzerinden artığı çeken taraf Anglosaksonlardı. Bu sebeple, Soğuk Savaş esnâsında dâimî olarak, bilhassa Fransa üzerinden Kıt’a Avrupası- NATO gerilimi yaşanmıştır. Fransa gerilimi, siyâsal, hattâ askerî olarak tırmandırıyordu. Sesi soluğu kesilmiş işgâl altındaki Almanya ise, 1960’lardan sonra başlayan Yumuşama’nın avantajlarını kullanarak Sovyetler Birliği Doğu Bloku’na yakınlaşarak ekonomik gücünü arttırrmak sûretiyle bu eşitsiz ilişkilere meydan okumaya çalışıyordu. Fransa’nın şikâyetleri, bir ara fevrî olarak NATO’nun askerî kanadından çıkması hikâyesinde olduğu gibi çok fazla iş görmedi. Almanya ise, bilhassa otomotiv ve makine-kimyâ alanlarında ciddi bir güç olarak ABD pazarına girmeye muvaffak oldu. Güçlenmeye başlayan Almanya’nın yanına Fransa’yı da alarak AB ve Euro bölgesini kurması özünde bu eşitsiz ilişkileri aşmaya mâtuf girişimlerdir. (Birleşik Krallığın AB üyeliğini kontrol gâyeli bir NATO sızması ve bir nev’i eğreti gelinlik olarak değerlendirdiğimi eklemeliyim).
1990’lardan başlayarak Doğu Bloku’nun çökmesi, AB-Anglosakson dünyâ arasındaki ilişkileri dönüştürdü. AB için bir alan açılmış, Doğu Avrupa ve Balkanlar’da doğan boşlukları AB doldurmaya başlamıştı.Ama NATO da boş durmamış,aynı coğrafyadaki devletleri bünyesine katmıştır. Doğu Avrupa ve Balkanlardaki AB ve NATO büyümesinin örtüşük ve ardışık yaşandığını biliyoruz. Ama bu genişlemenin meydana getirdiği sorunları ağırlıklı olarak AB’nin yaşadığını söyleyebilirim. Siyâsal ve hukûkî, ve askerî birliğini sağlamanın hayli gerisinde olan AB , biraz da hazırlıksız olarak büyüdü; dahası harcamaları arttı. Ama en fenâsı, Batı Avrupa-Doğu Avrupa siyâsal kültürel farklılıklarının bugünlerde iyiden iyiye açığa çıkmış olan gerilimlerini yaşamaya başladılar.
Doğu Bloku’nun çökmesi en başta NATO ile AB arasında zâten gerilimli olan ilişkileri istikrarsızlaştırdı. Artık bir düşman yoktu. O hâlde kontrol nasıl devâm edecekti? Balkanlarda tezâhür eden kardeş katli, muhayyel bir İslâmcı terör ve Irak’da olduğu gibi bir İslâmî diktatörlük tehlikesi bu kontrol ilişkisini bir yere kadar devâm ettirdi. Bosna, 11 Eylül, Afganistan, Irak, Libya ve Arap Baharı hâdiseler bir dizilim olarak anlaşılmalıdır. Burada dikkat çekici olan Blair-Bush misâlinde olduğu üzere ABD-BK ikilisinin parlaması; yâni tam da NATO’nun aslî çekirdeğinin kendisini göstermesiydi. Evet, bu hâdiselerin tekmilinde NATO, AB güçlerini sürüklemesini bildi. Ama bu kadarı, Soğuk Savaş kodlarına göre inşâ edilmiş NATO’nun avara kasnak gibi dönmesini ve kontrol kaybına uğramasına mâni olmuyordu.
Ama esas vurucu gelişmeler 1990’ların sonları ve 2000’li senelerin başlarında ortaya çıktı. Çin, sâdece 1970’lerden sonra çöküşe geçen ABD ekonomisine değil, ABD-Avrupa bağlarına da derin bir darbe vurmaya başladı. Çin Avrupa pazarındaki ABD hâkimiyetini hızla geriletiyordu. Bu, ABD-Avrupa yerine Avrupa ile Asya arasında bağlanan bir yeni dünyâ demekti. Diğer taraftan Avrasya gücü olarak Rusya, hem Avrupa hem de Çin’in başat enerji tedârikçisi olarak bağları, bilhassa enerji üzerinden derinleşiyordu. NATO bir karar vermek zorundaydı. Süreç kendi akışında devâm ederse ABD’nin kaybedeceği âşikârdı. Rusya-Ukrayna savaşı tam da bunun için çıkarıldı. ABD olanca gücüyle Avrupa’ya abandı. NATO bu abanmanın başat cihazıydı. İleride yazılacak vukuflu târihlerin, Rusya-Ukrayna savaşının gerisinde gerçekleşen esas hâdisenin ABD’nin, ilerleyen Avrupa-Avrasya-Asya ilişkilerini ezmek adına ABD’nin Avrupa’yı işgâl etmesi olduğunu yazacaktır. Bu senaryonun, tekmil düşmanların yok edilmesini arzulayan; dengeci Kissenger ekolünü tasfiye eden ve mutlak ABD hâkimiyeti peşinde olan neocon elitlerin hastalıklı zihniyetinin eseri olduğunu unutmamak gerekir. Avrupa elitlerinin buna râzı gelmesini ise hem bir sindirilmişlik hem de biraz Çin’in ezici yayılması olduğunu düşünüyorum. Bu, muhtemelen yağmurdan kaçarken doluya tutulmak korkusu olmalıdır.
NATO artık târifli komünist karşısında savunma amaçlı bir kuruluş olmanın çok dışındadır. Saldırgan amaçlı yeni bir NATO’dur bu. Anaforuna kapılacak olanların her birisine orta ve uzun vâdede ağır bedeller ödeteceği âşikârdır. Artık NATO, bir tehlikeyi bertaraf etmekten mâda bizzat kendisi bir tehlike saçan bir cihazdır. Türkiye-NATO ilişkileri ayrı bir bahis. Ama bu tartışılırken de NATO’nun artık eski NATO olmadığını hatırdan çıkarmamak gerekiyor.