Doğu Akdeniz ve Kafkasya

04:009/09/2024, Pazartesi
G: 9/09/2024, Pazartesi
Süleyman Seyfi Öğün

İdrak ettiğimiz ve bunu tâkip edecek olan asırlarda, dünyânın yeni sıklet merkezinin Afroasya olacağı artık herkesin mâlûmudur. Akdeniz, bilhassa da doğu parçası itibârıyla bu dinamiği merkezleyen ve çok hayâtî coğrafyalardan birisidir. Diğer taraftan, son zamanlarda Doğu Akdeniz’de zengin tabiî kaynakların varlığı ortaya çıktı. Bu gelişme sâdece bu coğrafyaya mücâvir devletlerin alâkası ile sınırlı değildir. Bahsedilen dinamikler, başta Batılı, Asyalı ve Avrasyalı dev enerji şirketleri olmak



İdrak ettiğimiz ve bunu tâkip edecek olan asırlarda,
dünyânın yeni sıklet merkezinin Afroasya
olacağı artık herkesin mâlûmudur. Akdeniz, bilhassa da doğu parçası itibârıyla bu dinamiği merkezleyen ve çok hayâtî coğrafyalardan birisidir. Diğer taraftan, son zamanlarda Doğu Akdeniz’de zengin tabiî kaynakların varlığı ortaya çıktı. Bu gelişme sâdece bu coğrafyaya mücâvir devletlerin alâkası ile sınırlı değildir. Bahsedilen dinamikler, başta Batılı, Asyalı ve Avrasyalı dev enerji şirketleri olmak üzere çok sayıda başka ekonomik sektörlerin çıkarlarını güden devletlerin de müdâhil olmasına sebebiyet vermektedir. Mevcût hiçbir siyâsal, askerî rekâbet ve çatışmalar bu dinamik atlanarak anlaşılamaz.
Türkiye’nin jeopolitikasının bu dinamikten berî düşünülemeyeceği de ortadadır. Türkiye-Yunanistan, Türkiye-Mısır ve Türkiye-İran
ilişkileri, sürecin en
âteşin
merkezini
; tabir câizse mağmasını oluşturmaktadır. Eğer meselelere sâdece ideolojik veyâ teopolitik eksendeki farklılık ve bölünmelere bakarak girecek olursak, bu son derecede eksik ve hatâlı durumlar doğuracak, telâfisi çok zor neticeler doğuracaktır. Bunun bâzı dramatik neticelerini, meselâ Arap Baharı’nda olduğu gibi, yaşayarak idrâk ettik. Bu süreci
duygusal teopolitik angajmanlara dayalı olarak maksimalist bir çizgiye çekmenin bedelini
ödedik. Bu hatâları tekrar etmemek için onlarla diri bir şekilde yüzleşmek faydalı olacaktır.
Mevcut hâdiseler maksimalizm kaldırmıyor.
Bunun yerine
, rekâbetleri işbirliğine dayalı olarak esnek bir şekilde yönetmek
daha doğru bir tercih olarak dikkate alınmalıdır. Anlayabildiğim kadarıyla süreç şöyle işliyor:
Her kim maksimalizm yaparsa karşısında en uzlaşmaz olduğunu düşündüğünüz ittifakları buluyor ve yalnızlaşarak kaybediyor.
Doğru muhasebe, kronik ve uzlaşmaz çelişkilerin hâkim olduğu “ötekilerle”, giderilebilir veyâ kronik olmayan, tehir veyâ ihmâl edilebilir sorunlarla yüklü olan tarafları ayrıştırmak ve onlarla nasıl işbirliği geliştirilebileceğini hesap etmek gerekiyor. Şimdi bunu somutlaştıralım..
Türkiye’nin, söylenenlerin aksini müdafaa edeceğim,
uzlaşmasının son derecede zor sorunlu olduğu tek devletin Yunanistan
olduğu hemen görülebilir. Son on senelerde bu tabloyu daha da ağırlaştıran iki gelişme daha yaşandı. Aslında işin başında, daha 1970’lerde Yunanistan NATO’dan çıkmış, Türkiye’yi son derecede rahatlatmıştı. Ama 12 Eylül’ün kifâyetsiz, budala idâresi bunu değerlendirememiş, Rogers plânına boyun eğerek Yunanistan’ın dönüşüne yeşil ışık yakmıştı. Yunanistan NATO’ya dönmekle kalmadı, AB’ye de dâhil oldu. Bu gelişmeler, Türkiye’nin fiilen Batı’dan dışlanmasının fonksiyonuydu. Türkiye’nin bunu Rusya, İran ve başta Sûriye ve Mısır olmak üzere Arap dünyâsıyla geliştireceği yeni yakınlaşmalarla telâfi etmesi gerekiyordu. Rusya ile de facto olarak bayağı yol alındı. Ama Arap Baharı’nın tongasına takıldık. Yine içimizdeki ABD’li uzantıların verdiği gaza gelerek İran’ı düşmanlaştırdık. 1990’larda düşmanlaştır-dığımız İran ile durumu, 2000’lerde bir dereceye kadar düzelttik. Gelin görün ki,
2010’lu senelerin ortalarından başlayarak, Türk hâricî siyâsetindeki hatâlı maksimalist
açılımlar
Türkiye’ye iki târihsel
gücü,
Sûriye ve Mısır’ı kaybettirdi.
Üstelik Sûriye’de karşımızda Rusya ve İran’ı bulduk. Şimdi Sûriye’de kimlerin varolduğuna bakalım.
Bu tâlihsiz coğrafyaya herbiri kendi Doğu Akdeniz açılımını yapan ABD, Rusya ve İran demir atmış durumda.
ABD
, İsrâil-
Hindistan işbirliğinin altyapısını oluşturmak üzere, Türkiye’yi hiçe sayarak PKK ‘yı kullanarak bir hat geliştiriyor.
Bu hat Kıbrıs ve Yunanistan’ı içine alan ve Baltık’a kadar uzanan başka bir hat ile birleşiyor.Doğu Akdeniz’de bugün, Türkiye’ye nefes aldırmayan, arada Fransa’nın da dâhil olduğu ABD-Hindistan-İsrâil-Yunanistan kuvvet yoğunluğu zuhûr etmiş durumda. Türkiye’nin son derecede yanlış Mısır siyâseti, maalesef Mısır’ı da bu kuvvet yoğunluğuna dâhil etti.
İran ise, zannedildiği gibi sâdece kendi rejiminin güvenliğini sağlamak adına değil, Doğu Akdeniz’de yer tutarak Afrika açılımına da bir zemin oluşturmanın derdinde. İran hâkim jeopolitikası,
Asya-Avrupa etkileşiminde tuttuğu coğrafyanın târihsel avantajlarını Doğu Akdeniz açılımıyla bütünleştirmek
istiyor. İran burada Rusya ve daha derinde Batı’ya yatan Hindistan’ın rakibi olan Çin’e müttefik oldu.
Üç hâdise Türkiye’nin sıkışmışlığını giderecek imkânlar doğurdu. Bunlardan ilki,
Rusya-Ukrayna savaşına yol açan Batı baskısıdır.
Zâten Rusya-ABD yakınlaşması dâima Türkiye’yi zora sokar. Aksi durumlar ise rahatlatır. Türkiye denge siyâseti ile bunu başarılı bir şekilde göğüsledi. Rusya’yı rahatlatarak bâzı avantajlar yakaladı. İkinci hâdise ise,
7 Ekim sonrasında ortaya
İsrâil’in
maksimalizmi
çıktı. Elbette Gazze’de yaşanan katliamları bir taraf koymuyorum. Ama İsrâil
maksimalizminin
Türkiye’nin
Sûriye ve Mısır düğümünü çözebilmesi adına bâzı
fırsatları doğurduğunu da görmezlikten gelemeyiz. Bu maksimalizm en başta Rusya ve Çin’i de tedirgin etti. Türkiye’nin bu fırsatın farkında olduğunu görüyoruz. Türk hâriciyesinin yaptığı Çin atağı, Türkiye’nin BRICS açılımı, Çin’in ve Rusya’nın arda arda, Asya Türk devletleriyle tertip ettiği toplantılar ve hızlanan görüşme trafiğiyle örtüşüyor. Yine tam bu esnâda Rusya’nın bugüne kadar oluruna bıraktığı Türkiye-Sûriye gerilimine vaziyet etmesi, Esad’ı Türkiye ile uzlaşmaya zorlaması âdeta bunun bonusu. İsrâil maksimalizmi Mısır’ı da çok zorluyor. Mısır’dan kapıları açması ve Filistinlileri kabûl etmesi isteniyor. Sıkışan Mısır kendisine destek arıyor. Türkiye-Mısır normalleşmesine dönük adımlar da hemen bunun arkasından geliyor.
Türkiye’nin elini güçlendiren üçüncü hâdise ise
Azerbaycan-Ermenistan savaşı
sonrasında İran’ın tuhaf bir biçimde Ermenistan’da yuvalanmış Hindistan-Batı ittifakına destek vererek müttefiki olduğu Rusya ve Çin’in karşısında yer alması oldu.
İran-Rusya ilişkileri hızla soğuyor.
İran, Rusya’yı ve Türkiye’yi eleştiriyor ve Zengezur koridoruna kesin ve tehditkâr bir dille karşı çıkıyor. Soğuyan Rusya-İran ve Çin-İran ilişkileri Türkiye’ye de yeni fırsatlar sağlıyor. Tabiî ki meselelerin halli o kadar basit değil.
Aslında gören görüyor.
Yükselen NATO ve
İsrâil
maksimalizmi
eninde sonunda her maksimalizm gibi çakılacak. Diğer taraftan bu maksimalizmlerle boğuşan Türkiye, maddî dinamiklerinin işlemesiyle Batı’ya adanmış en az iki asırlık konvansiyonel angajmanları ve yatırımlarının dışına itiliyor. İnşaallah bunu doğru yönetebiliriz. Hâdiseleri abartıp meseleyi
Türkiye’nin Doğululaşması
olarak değerlendirenler yanılıyor. Hayır, öyle değil. Türkiye istese de ne Batılı ne de Doğulu olabilir. Türkiye, bu ikisini de ihtivâ eden bir ara coğrafyadır. Zenginliği de budur. Yaşananlar, Batı-Doğu arasında Türkiye’nin öncelikleri ve ağırlık merkezlerinin değişmesinden başka bir şey değildir.
#Politika
#İsrail
#ABD
#Süleyman Seyfi Öğün