Çeşitli şekillerde istismar edilmeye açık olan Artvin'deki son mâden ocağı gerilimi; memnuniyetle görüyorum ki, tarafların sağduyulu yaklaşımıyla büyümeden sona erdirildi. Ama bu olay bize, bir kere daha “doğa” ile “siyâset” arasındaki gerilim üzerinde düşünme fırsatı doğurdu.
Doğa-siyâset ilişkisi, ilk bakışta çok mânâlı gelmiyor. Bir kere doğanın sesi yok. Eğer biz insanlardan dâvâcıysa bile bunu ifâde edebilecek durumda değil. Bildiğimiz, doğanın çevrimleri içinde yuvarlanıp gittiği. Bütün mesele zâten burada. İnsanın doğaya müdahalesi, özellikle modern dünyâda öyle bir düzeye geldi ki; artık onun çevrimsel düzenini aksatmaya başladık. Mâdem ki doğanın dili namevcût; o hâlde bunu dile getirmek de birilerine düştü diyebiliriz. Yâni “birileri” doğanın avukatlığına soyunup savunuculuğuna geçiyor. Ama o zaman da ilişkinin niteliği değişmiyor mu? Doğa ile siyâset arasındaki “sorunlu” ilişki bu dolaylama üzerinden, siyâsal dogmatik veyâ tematikler üzerinden bildik “insan-insan” gerilimine dönüşüyor.
Evvelemirde, insanın doğa ile ilişkisinin “doğal” bir ilişki olmadığını görmek gerekiyor. Meselâ arslan ile ceylan arasındaki ilişki son derecede doğal bir ilişkidir. Ama insan-arslan veyâ insan-ceylan ilişkisi böyle değildir. İnsanın doğa ile ilişkisi “kültürel”dir. Buradaki fark çok kesindir. Kültür her ne kadar yüzlerce mânâya sâhip olsa da, esasta doğal olmayana dönük bir göndermedir. Arslanı avlamak, bunun için özel partiler düzenlemek; etini yememek; boşaltıp çöpe atmak, derisini tabaklamak ve bir tezyinat malzemesi olarak evlerin duvarına asmak; gelene gidene göstermek ve onlara bir safari mâcerası üzerinden hava atmak, cümlesiyle kültüreldir. (Doğadan kopuşumuzun mutlak olmadığını biliyorum: İçgüdülerimiz hâlâ bir bağı tortusal düzeyde de olsa devam ettiriyor.)
İnsan insan olmasını, kültürel dinamikler üzerinden doğanın çevrimlerini bozup, bunun üzerine kendi çevrimlerini inşâ etmesine borçludur. Doğadan kopuş başlıbaşına sorunludur. Ama uygarlıklar jenaratörü olarak bildiğimiz, adına târih dediğimiz yeni çevrim de o derecede sorunludur. Hâsılı insan iki katlı bir örselenmenin çocuğudur. Bir taraftan doğadan kopuşu onu örselemiştir; diğer taraftan da târihi onu örselemektedir. Ama bu süreçler diyalektik bir metodla gözden geçirildiğinde, bizi daha sürprizli durumlarla yüz yüze getirir. Tuhaflık şurada: doğayı nesneleştirdikçe; yani, doğanın öznesi olmaya soyundukça, garip bir şekilde târihinin daha fazla nesnesi oluyoruz. Bunu biraz açalım.
Doğadan uzaklaşmanın sağladığı durumsallık, onu bize bağımlı kılacak bir avantaj sağlıyor. Doğanın bilgisini dışarıdan görerek onu açıklayabiliyoruz. Bu nesnel bakıştır. Doğanın bilimi, içerdiği nesnellik üzerinden doğayı bize uygun kılacak hâle getiriyor. Doğayı daha fazla “açıklama” kapasitesi kazanıyoruz. Bunun bedeli ise artık doğanın ne olduğunu “anlamak” konusunda biraz da uzağa düşürüyor. Gerçekten de feylozof Kant'ın; özellikle de Yeni Kantçıların dediği gibi biz doğayı açıklayabiliriz belki, ama asla anlayamayız. Anlamanın “içeriden”; “açıklamanın” ise dışarıdan geldiğini unutmayalım.
Târihin binlerce senesini kapsayan toprağa dayalı uygarlıklar insanın doğadan kopuşunu dramatik bir kesinlikle hissettirmiyordu. Doğa-uygarlık ayırımı o derecede keskin değildi. Hele hele, bu uygarlıkların temel direklerinden birisini oluşturan metafizik derinlik kopuşu dengede tutuyordu. Ama modernlik her türlü târihsel dengeyi alt-üst etti. Genelde metafiziği, özelde de Tanrıyı aradan çıkardı. İnsan ile doğayı temel bir karşıtlık olarak ortaya koydu. Doğa ile savaşmak ve onu alt etmek modern zihniyetin yücelttiği bir erdem hâline getirildi.
Modernlikte doğanın kültürel yorumu çift katlıdır. Bir yandan doğa olarak doğanın, içerdiği bütün çevrimsel kanunları şehvetli bir şekilde onanır. Bunlar özellikle “girişim” ve “birikim” ve reelpolitik gibi acımasız süreçleri yönetir. Darwin'in biyoloji tezlerinin bir çırpıda sosyalleştirilmesi bunun uzantısıdır. Sürecin ilham kaynağı modern “doğaya övgü” ritüellerindeki neo-pagan ruhtur. Doğada güç savaşı vardır ve bu târih için de normal karşılanmalıdır. Yâni doğayı dize getirecek olan seçilmiş güçler ilhamını yine doğa olarak doğadan almaktadır. Doğa olarak doğayı, doğadan aldığımız bir güçle alt edecektik. Ama çok sıkışınca; hele hele bu kavganın insan açısından da yıkıcı olabilecek; daha mühimi bu acımasız birikimi de zora sokabilecek etkilerini, soyut, doğa olarak doğa olmayan; lâkin kültürelleştirilmiş bir doğa hakemliği üzerinden sağlayacaktık. Doğanın hak ve hukuk taşımadığını; içinde kardeşçe yaşanacak bir orman olmadığını biliyoruz. Ama temel postülamız ne tuhaftır ki “doğal hukuk”tur. Doğanın bir imge ve simge olarak kültürelleştirilmesi, bu defâ “insan doğası”, “doğal toplum”, “doğal hukuk”, “doğal hak ve özgürlüklerimiz” üzerinden rasyonelleşir. Artık yüceltilen; seçilmişlerin ayrıcalığına işâret eden ve “ilkel”i küçümseyen “uygarlık”tır. Kendi hâlinde, üstelik doğaya, kendi inanç ve gelenekleriyle modernlerden daha bitişik yaşayan ilkeller ya “uygar” olacak; veya mahkûm edilecektir. Araya giren Romantik güzellemeleri ise, bu çift katmanlı kültürel durumun; yani girişime ve birikime odaklı şehvet ile düzenleme odaklı rasyonalizasyon arasındaki bir nefeslenme olarak görüyorum. Yeni dünyâda doğa hassasiyetinin bu kadar yaygınlaşmasının açıklamasını yine girişim ve birikim süreçlerinin içinde yaşanan gelişmelere izâfeten yapabiliriz. İlerde daha ayrıntılı yazılacağından eminim. Ama şimdilik şu kadarını söyleyeyim: Girişim ve birikiminin yoğunlaşmada istiab haddine gelip küresel olarak merkezkaça geçtiği, parçalandığı turbo kapital dünyâda, ekonomik olarak alan boşaltmalarda ve yeni alan düzenlemelerde yaşanan ve yaşanabilecek her kaybın rasyonalizasyonu ve telâfisi, etkili bir doğacılıktan geçer. Ekonomizmin ve reelpolitik'in biraz daha dokunulmazlık kazandığı bir dünyâda doğa savunusu, her zaman olduğundan biraz daha tuhaf gelmiyor mu size?..