Bâzen düşünürüm, coğrafyasına biz Türkler kadar yabancılaşmış başka bir millet var mıdır acaba, diye. Bunun birkaç köklü sebebi olduğu kanaatindeyim. İlk olarak mülkün ve nüfusların dağılması akla geliyor. Asırlar boyu aynı imparatorluğun çatısı altında yaşayan çok sayıda topluluk milletleşerek koptu. Bunda hiç şüphesiz Osmanlı coğrafyasını paylaşmak isteyen Batılı devletlerin kışkırtması büyük rol oynadı. Ama bu izah tek başına kâfi gelmiyor. Târihin dinamikleri açısından bakıldığında, Osmanlı’nın
Bâzen düşünürüm, coğrafyasına biz Türkler kadar yabancılaşmış başka bir millet var mıdır acaba, diye. Bunun birkaç köklü sebebi olduğu kanaatindeyim. İlk olarak
mülkün
ve nüfusların dağılması akla geliyor. Asırlar boyu aynı imparatorluğun çatısı altında yaşayan çok sayıda topluluk milletleşerek koptu. Bunda hiç şüphesiz Osmanlı coğrafyasını paylaşmak isteyen
Batılı devletlerin kışkırtması
büyük rol oynadı. Ama bu izah tek başına kâfi gelmiyor. Târihin dinamikleri açısından bakıldığında, Osmanlı’nın fetihlerinin nihâî sınırlarına ulaşması neticesinde,
artık çekmek için elinde sâdece iç kaynakların kalması
da son derecede mühim bir rol oynadığını düşünüyorum. Bilhassa giderek ağırlaşan, yer yer keyfileşen vergiler dikkat çekiyor. Bununla berâber vergi toplama işinin karmaşık bir şekilde dolaylılaşması, aracıların ve memurların keyfî uygulamaları, başta gayrımüslimler olmak üzere teb’ayı idâreden soğuttu. Bu meselelerin çok su kaldırdığını ve nihâyeti olmayan münakaşalara yol açacağını biliyorum. O sebeple bu bahsi burada kapatalım.
Doğrusu, kopan ve devletleşip milletleşen bu parçaların, hâl-i pür melâllerine bakıp bir özeleştiri yapması ne kadar iyi olurdu. Her neyse, geçelim.. Paramparça olan Osmanlı mülkünden elimizde –çok şükür– Anadolu ve bir miktar Trakya toprağı kaldı. Ahkâm-ı asra uyup,
mübâdelerle coğrafyamızı Türkleştirip, Müslümanlaştırdık.
Hâlet-i rûhiyemiz çok karmaşıktı. Gayrımüslimlerin isyan ve kopuşlarını bir dereceye kadar anlıyorduk. Ne de olsa “bizden” değillerdi. Ama Araplar gibi “bizden” olup da “bizi” arkadan hançerleyenleri anlamak mümkün değildi. Doğrusu, Cumhûriyetin radikal bir sekülerleşme eksenine kaymasında bu sukut-u hayâlin hatırı sayılır bir rol oynamış olduğunu düşünüyorum. Kurucu babalar, ümmet bağı ve kardeşliğinin güvenilmez olduğuna kanaat getirmişlerdi.
Kafkasya’ya açılan topraklarda durumu hayli toparlamış, alabileceğimizi almıştık. Kayıp ve acılarımız başka iki coğrafyada,
Balkanlar ve artık Ortadoğu olarak bilinen coğrafyada
odaklanıyordu. Cumhûriyet Türklüğünün kaybedilmiş Balkanlara bakışı ile bugün artık Ortadoğu olarak bilinen coğrafyaya dâir hislerimiz aynı değildi. İlkinden başlayalım. Balkan bozgununu ve orada Müslümanların mâruz kaldığı katliamlardan sağ kurtulanlar “anavatanlarına” dönmüşlerdi. Yaşadıkları hâdiseler ve hatıraları tahammülfersaydı. Dikkat çeken bir şekilde yorumladılar bunu. Benzeri hâdiseleri yaşayan topluluklar,
acılarını büyük çaplı çarpıtmalar ve mübalağalar üzerinden
varlıklarına esas kılmışlardır. Acılardan ve kandan varlık devşirmektir bu. Akla hemen Ermeniler ve Yahudiler geliyor. Doğrusu anlıyorum, ama bir noktadan sonra hak veremiyorum. Dahası, bu tarz intikamcı bir varoluş iddiasını; yâni
kendisini acındırarak tanınmayı ve varlık bulmayı
çok da asil bir davranış olarak görmüyorum. Bizim Balkan göçmenleri ise bunun tam tersini yaptılar. Çok asil bulduğum bir yaklaşımla
unutmayı seçtiler.
O acıları bizzat yaşamış olanlar, kendilerinden sonra gelen nesillerin hayatlarını karartmamak için acılarını içlerine gömdüler. Sustular ve çok az şey yansıttılar. Kafkasya göçmenlerinde de benzer bir durumu gözlemişimdir. Bu gönüllü unutma ile ulusun önünü açmak adına Cumhûriyetin Osmanlı geçmişini ve bağlarını
unutturma
siyâsetlerinin örtüştüğünü düşünüyorum.
Hâricî siyâsetler itibârıyla bakıldığında, başta Yunanistan olmak üzere nevzuhur Balkan devletleriyle derhâl yumuşamaya gidilmiş, dostluk geliştirilmişti. II. Umûmî Harp sonrasında, farklı kamplarda yer almış olsak da komünist Balkan devletleriyle de geçinmeyi tercih etmişizdir. NATO’ya dâhil olduktan sonra durum değişti. 1950’lerin sonunda ve 1960’larda, ince bir İngiliz oyunuyla, NATO’da berâber yer aldığımız Yunanistan ile yeniden gerildik. Hâdiseler birbirini tetikleyerek sökün etti. 6-7 Eylül 1955’de İstanbul’da yaşayan gayrımüslimlere karşı akıl almaz bir vahşet uyguladık. Buna mukâbil Kıbrıs’daki EOKA’nın Türklere yaptığı acımasız katliamlar ve Doğu Trakya’daki Türk azınlığın baskılanması geldi. 1974 Kıbrıs Harekâtı, Adalar Denizi’nde zaman zaman iki devleti savaşın eşiğine getiren hadiseler, ilh.. Liste uzar gider. Soğuk Savaş’ın sonlarında yaşananlar ise manzarayı daha da kararttı. 1988-1989’da Bulgaristan’ın Türk ve Müslüman azınlığı asimile etmek için yaptıkları, nihâyet Yugoslavya’nın dağılma sürecinde Bosna’daki Sırpların yaptığı katliamlar, Balkan meselesini
Türkiye’nin jeopolitik ve jeokültürel dâiresine
yeniden soktu. Balkan mağmasının püskürttüğü veyâ her an püskürtebileceği lav ve küllerden berî kalmamız mümkün değil.
İş Ortadoğu’ya geldiğinde manzaranın değiştiğini düşünüyorum. Bir defâ başta
Kerkük ve Musul
olmak üzere, Misak-ı Millî’de yer alan bâzı coğrafyalar elimizden alınmıştı. Bunu hiç unutmadık. Diğer taraftan yükselen ve iktidâra gelen Arap milliyetçiliği Türk düşmanlığını, dinî, millî, çok defâ da her ikisi berâber mütemâdiyen zinde tutuyordu. Yâni Araplar canımızı sıkmaya devâm ediyordu.
Araplara dâir yegâne hikâyemiz onların bizi nasıl sırtımızdan hançerlediklerini anlatan hikâyeydi.
Türk seküler çevreleri arasında “seküler devrimini başaramayan” Arapların karnesi son derecede kötüydü. Bu çevrelerde Arapları aşağılayan bir tür
Alla Turca oryantalizmin
hâkim olduğunu düşünüyorum. Türkiye’nin iç siyâsetindeki seküler-dindar kutuplaşmasındaki ikinci kutup ise
sekülerist
dışlamaya tepkisel olarak Arapları, Müslümanlık ortak paydası üzerinden bilip
bilmeden
toptan kucaklamaya evrildi. Neticede, Arap dünyâsına dâir bildiklerimizin çok mahdut olduğunu, hissî dışlama ile yine hissî sâhiplenmelerden ibâret kaldığını söyleyebilirim.
Coğrafî yabancılaşmanın giderilmesinde duygusal bağların restorasyonu elbette çok mühim bir rol oynuyor. Ama eğer bilgilenmeyle eşlenmezse bunun faydadan çok zararı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Mesele,
târihi en gerçekçi biçimde hatırlamak, kavramak; dahası yorumlamakla
alâkalı Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra kurulan Türk devletlerinden başlayarak Balkanlar’ın derinliklerine kadar uzayan bir coğrafyada, 20. asrın başlarından Soğuk Savaş sonrasına kadar devam eden kopuklukların giderilmesi için Türk târihinin duygusallıktan arındırılarak anlaşılması ve yorumlanması gerekiyor. Târihten aldığımız ve çok defâ ego şişmelerine yol açan çarpık ilhamlarla bu süreci yönetmek mümkün değil.
#Politika
#Tarih
#Coğrafya
#Süleyman Seyfi Öğün