Üniversitede okurken aldığım Uluslararası Örgütler dersinde, hoca ,BM’nin örgüt yapısı ve işleyişi ile alâkalı bilgileri verirken, Genel Kurul ve Güvenlik Konseyi arasındaki farka işâret etmiş, 5 Büyüklerin “veto” hakkından bahsetmişti.Sakatlık ortadaydı. Üye devletler Genel Kurulda bir karar alabiliyor; lâkin bunun herhangi bir bağlayıcılığı olmuyordu. Ancak Güvenlik Konseyi ortak olarak bu kararı desteklerse, bâzı şeyler yaptırım değeri kazanabiliyordu. Hâsılı, adâletsizlik ortadaydı. “Birleşmiş
Üniversitede okurken aldığım Uluslararası Örgütler dersinde, hoca ,BM’nin örgüt yapısı ve işleyişi ile alâkalı bilgileri verirken, Genel Kurul ve Güvenlik Konseyi arasındaki farka işâret etmiş, 5 Büyüklerin “veto” hakkından bahsetmişti.
Sakatlık ortadaydı. Üye devletler Genel Kurulda bir karar alabiliyor; lâkin bunun herhangi bir bağlayıcılığı olmuyordu. Ancak Güvenlik Konseyi ortak olarak bu kararı desteklerse, bâzı şeyler yaptırım değeri kazanabiliyordu. Hâsılı, adâletsizlik ortadaydı. “Birleşmiş Milletler” sanki milletleri birleştirmiyor; imtiyazlılar ve imtiyazsızlar olarak ayırıyordu. Sâdece buna bakarak, isminin Ayrışmış veyâ Ayrıştırılmış Milletler olması akla daha yatkındı. Bir talebenin, “Hocam bu nasıl bir adâletsizlik böyle? BM’in neyine güveneceğiz?” diye saf bir soru sorduğunu hatırlıyorum. Hocanın verdiği cevâp da hâlâ hatırımdadır. Talebenin sorduğu soruyu haklı bulduğunu, lâkin insanlık adına atılmış bu “muazzam” adımın küçümsenmemesi lâzım geldiğini, ileride çoğunluğun baskısıyla bu gayrı âdil tablonun değişeceğini söylemişti.
Üzerinden kırk sene geçti. Değişen bir şey olmadı. Dahası olamayacağı da anlaşıldı. Bu hususta kesin bir ifâde bulunmam yadırganmamalı. Çünkü, eğer bu adâletsizlik değişseydi, 1960’larda; bilemediniz 1970’lere değişirdi. Ama , bırakınız bu yolda adım atılmayı , o mâhut 5’liden bir niyet beyânı bile işitilmedi. ABD-Sovyetler dengesi ortadan kalktıktan sonra, zâten böyle bir ihtimâl vârit değildir.
Dünyâ sistemleri, arkaik olsun, modern olsun fark etmez; bir dünyâ işbölümüdür aynı zamanda. Yapısı hegemoniktir. Kabaca ,güçlüler, orta derecede güçlüler ve zayıflar arasındaki, eşitsiz bir işbölümüdür bu. Târih, başka türlüsünü görmedi. Burada sistem kavramı üzerinde biraz durmak gerekiyor. Lûgatlar sistemi, “unsurları kendi içinde tutarlı bir bütünlük” olarak târif eder. Bu târif , sistemleri yeknesak olarak gösterir ve düşündürür. Hâlbuki, en azından beşerî sistemlerde bu böyle değildir. Her sistem, burada ele aldığımız, en ihâtâlı sistem olarak Dünya Sistemleri, kendi çelişkilerini; yâni sisteme karşıt unsurları da, üretir ve içerir. Hattâ, onlar olmaksızın hiç bir sistem kurulamaz. O hâlde, sistem târifini biraz değiştirmek lâzım geliyor . Sistemler, ürettikleri sistem karşıtı unsurları güdebilme, yönebilme kapasitesini ifâde eder. Hegemonik olması da bu sebeptendir. Meselâ , İki Kutuplu Dünyâ Sistemi lâfı, bir lâf olmaktan ziyâde bir lâkırdıdır. Ne Sovyet, ne de Batı Bloku bu sistemin rasyonellerinden ayrışmıştır. Bu ideolojik karşıtlık aslında bir işbölümünün karşılığıdır. Dünyâ Sistemini de birlikte oluştururlar. Bu, bir karşıtlık ilişkisi değil, bir karşılıklı bağımlılık ilişkisidir. (İsterseniz buna Bağlantısızları da ilâve edebilirsiniz). Sovyet Sistemi ,Dünyâ Sistemi içinde bir alternatif değil, bir parçadan ibâretti. İdeolojik mânâdaki keskin farklılıklar ve iddialarla düşünmekten zihnimizi kurtarabilirsek, bu çok berrak bir şekilde görülebilir. Anti-Dühring’de dile getirilen Sosyalizmin “bilimsellik” iddiası zâten bunu bize açık olarak bildiriyor. Reel Sosyalizm, sermâye temelli Dünyâ Sisteminin alt ayrımlarından birisine isâbet eder. Buna devlet kapitalizminin en koyu örüntüsü olarak bakmak kavratıcıdır. Modern dünyâdaki Liberal Batı ile Sosyalist Sovyetler arasındaki fark, arkaik dünya sisteminde, Avrupa feodalizmi ile meselâ Osmanlı’nın da yer aldığı prebendalizmi arasındaki fark kadardır.
Modern Dünyâ Sisitemi aynı zamanda dünyâyı kodlayan bir sistemdir. Bu kodlamaların karşılığı, eşitsiz bir şekilde dağılan “ulus”, “devlet” ve “sermâye” değişkenlerinden başkası değildir. Güvenlik Konseyi ile Genel Kurul farkını da bu eşitsiz dağılım açıklamaktadır.Ama unutmayalım; sistemler ebedî değildir. Çöker ve yeniden kurulurlar. Bir sistemin çöküşünü, içerdiği çelişkilerinin çözülmesinden anlayabiliriz. Sovyetlerin çöküşü aslında Batı’nın zaferi değil, onun da içinde yer aldığı ve faturası ile er geç yüzleşeceği bir sistemin, yâni kendisinin de çöküşüydü. Bu çöküşün önü, üretilen hayâli bir İslâm düşmanlığı ile alınamaz. Bu hayâlî düşman ,sistemin aczine işâret eder. Don Kişot’un gösterdiği de budur.
Sistemsel çöküş alâmetlerinden birisi de, onu ayakta tutan kurumların geçirdiği tuhaf bir evrimdir. Nasıl ki, bunalım devirlerinde parlamentolar , ismiyle müsemma, birer gevezelik mahfillerine dönüşüyorsa, BM ‘in hâli de buna benziyor. BM, târihi boyunca “rölantide” çalışan bir otobüs gibiydi. Yolcularının umudu, otobüsün bir gün harekete geçeceği ve herkesi istediği yere götüreceği umuduydu. Motor kısmından dumanlar yükselmeye başlayınca bu umut da söndü. Son BM Toplantısında yapılan pek çok konuşma, bozulmuş bir arabanın etrafında biriken yolcuların kendi aralarında yaptığı tuhaf ve nâfile konuşmaları hatırlattı….