Sâbık HDP Başkanı Selahattin Demirtaş’ın cezaevinde yazdığı edebî metinlerden hareketle sahnelenen bir oyun, tartışmalı bir şekilde kamuoyunun gündemine oturdu. Tartışılan, metnin edebî değeri veyâ tiyatroya aktarımının başarısı değildi. Tartışılan hususlardan birisi, yazarın Selâhattin Demirtaş olmasıydı. Kimileri bunun “yazar özgürlüğü” olduğunu ve sindirilmesi gerektiğini; kimileri ise Selâhattin Demirtaş’ın “kanlı” ve “kirli” bir siyâsetçi olarak edebiyatla alâkası ve yazmaya hakkı olamayacağı
Sâbık HDP Başkanı Selahattin Demirtaş’ın cezaevinde yazdığı edebî metinlerden hareketle sahnelenen bir oyun, tartışmalı bir şekilde kamuoyunun gündemine oturdu. Tartışılan, metnin edebî değeri veyâ tiyatroya aktarımının başarısı değildi. Tartışılan hususlardan birisi, yazarın Selâhattin Demirtaş olmasıydı. Kimileri bunun “yazar özgürlüğü” olduğunu ve sindirilmesi gerektiğini; kimileri ise Selâhattin Demirtaş’ın “kanlı” ve “kirli” bir siyâsetçi olarak edebiyatla alâkası ve yazmaya hakkı olamayacağı noktasından hareket ediyordu. Doğrusu bu kitapları okumadım. Okuyacağımı da zannetmiyorum. İkinci görüşe yakın olup dışladığım için değil; önceliklerime girmediği için. Belki neden önceliklerime girmediğini açıklayabilirim.
Sanatçıların siyâsete girmesiyle; siyâsetçilerin sanata girmesi arasında çok ciddî bir fark görürüm. İlkini trajik ve gereksiz; diğerini ise düpedüz komik ve manâsız bulurum. İnsanların öncelikleri üzerinden değerlendirilmesi gerektiğini düşünürüm. Bir siyâsetçi, siyâsetten arta kalan zamanlarında kendisine sanatsal meşgaleler bulabilir. Şiirle, müzikle, heykelle ilgilenebilir. Bu meşgalelerin o siyâsetçinin siyâsetini de görece incelteceğini düşündüğüm için bunu hayra yorarım. Lâkin bu tarz meşgalelerin siyâsetçinin husûsî dünyâsıyla sınırlı kalması gerektiği kanâatindeyim. Siyâsetçinin hırslanıp yazdıklarını veyâ bestelediklerini kamusal bir arza dönüştürmemesi gerektiğini düşünürüm. Bu biraz da had bilmezlik olur. Bunu yapanları, meselâ TV ekranlarında, yazdığı beşinci sınıf şiirlerini matah şeylermiş gibi okuyan veyâ tıngır mıngır ud; üç akorlu gitar çalan siyâsetçiler yüzümü ekşitir.
Anthony Hopkins, belki de creme de la creme kategoride veyâ ilk on’da yer alan gerçekten de büyük bir oyuncu. Keman ustası André Rieu, Anthony Hopkins’in de izlediği bir konserde bir sürpriz yaparak, oyuncunun gençliğinde bestelediği bir valsi seslendirmişti. Vallahi yakıştı. Elbette bu vals Hopkins’i bir Strauss yapmaz. Ama bir oyuncunun aynı zamanda hoş bir beste de yapabildiğini gösterir. Bir sanatçının, merkeze aldığı san’atın dışında kalan bir san’at ile de alâkadar olması çok zenginleştiricidir. Meselâ mûsıkî çevrelerinde hezarfen(bin ilimli) olarak anılan, fotografçılık, resim, ebrû, tespih san’atı ve kuşbazlık gibi sayısız meşgaleleri olan Hocam Neyzen Niyâzî Sayın talebelerine hep bunu tavsiye etmiştir. Demem o ki, san’atçıların aslî san’atlarla alâkadar olmaları bana şık ve câzip bir fikir olarak görünüyor. Burada geçişler bir san’attan diğerine oluyor. Nihâyetinde asli olan san’atı besliyor. Meselâ resimle uğraşan bir keman san’atçısı eminim ki, bir noktadan sonra kemanını başka türlü çalacaktır. Elbette bir Salgado veyâ Ara Güler olmayacaktır; ama iddiasız bir sergi açmasında da bir sorun görmem.
Siyâset-san’at ilişkisi böyle yürümüyor. San’at siyâseti beslemez; en iyi ihtimâlle yontar, inceltir. Siyâset ise san’atı ,bırakın beslemeyi tam tersine kurutur, berbad eder. Bilinir ama pek söylenmez; Necip Fâzıl veyâ Nâzım Hikmet’in sayısız berbât şiiri vardır ve hepsi de siyâsal endişelerle yazılmıştır. Bu iki büyük şâir ne zaman siyâsetten kurtulup şiir yazdılarsa, işte o zaman kalıcı mısrâlara imzâ atmışlardır. Siyâsal müzikler ise her defasında fiyaskoyla bitmiştir. Siyâsal endişelerin san’atları iğdiş eden bir tesire sâhip olduğunu düşünürüm. Bu arada değinmeden geçemeyeceğim; hâyâtını siyâsete hasretmiş bâzı san’atçıların kalitesinin düşüklüğü de hep dikkâtimi çekmiştir. Siyâsal san’atlar ikinci sınıf san’atçıların sığınağı gibi görünmüştür bana..
Selâhattin Demirtaş’ın yaptıklarına nasıl bakacağız? Bu ikinci girişim. İlkinde elinde bağlamasıyla çıktı. Bu, beyaz dişli, kara kaşlı, kara gözlü, güleryüzlü, temiz yüzlü, ağzı lâf yapan, lâik ve dahi seküler Kürt gencinin CHP’li solcu kodlara uyumlulaştırılmasıydı. Bağlamasını amatörce çaldı. Ama istenen oldu, sempati kazandı. Gerek kendisi; gerek partisi HDP büyük seçim başarıları kazandı. Dahası anti-Tayyip Erdoğan hislerin odağında AK Parti’yi “birlikte sallamanın” tadı alındı. Ardından Kandil’den gelen emir mûcibince yıktı perdeyi, eyledi virân.. Yüzlerce insanın ölümüne yol açan olayların kışkırtıcılığını yaptı. Bunun karşılığı olarak cezâevine düştü. Şimdi ikinci çıkışını yapıyor. Bu defâ ortada bağlama yok. Yazılmış romanlar, hikâyeler var. Selâhattin Demirtaş’ın bağlama çaldığı kadar roman yazabildiğini düşünüyorum. Yâni bir edebiyât mûcizesiyle karşı karşıya değiliz. Bu “eserlerin” tiyatrolaştırılmaya değer bulunması, “Beş Kadın”ın en önde profil vermesi belki de bir mizansen..
Belki de CHP ile HDP’nin memnû aşkına dolaylı olarak meşrûluk kazandırmak.. Bu fotoğrafı çok ciddiye alıp gündeme koyanlar, hangi sâikle yapıyorsa yapsın bu kurgunun hizmetinde olduklarını unutmasınlar..