Kıt’a Avrupası, II. Umûmî Harp sonrasında ağır bir cezâya çarptırıldı. Bilhassa Almanya âdeta bir iş merkebine dönüştürüldü. (Pasifik’te Japonya’nın başına gelen de buydu). Avrupa deliler gibi çalışıp üretecek, Angloamerikan çekirdek ise onu adına dolar denilen kâğıt ile satın alıp tüketecekti. Bu aslında tam da bir ABD hesapsızlığıydı. ABD ürünlerine çok güveniyor, Avrupa ürünlerinin kendi standartlarıyla boy ölçüşemeyeceğini düşünüyorlardı. Ama tersi oldu. Silahlanma harcamalarının yükünden kurtulan Almanya üretimde, bilhassa
sektöründe yüksek standartlar tutturmuş ve ABD piyasalarında çok büyük bir hisse sâhibi olmuştu. Otomotivde, Amerikan otomotivinin merkezi olan Detroit’i haritadan silecek kadar ileri gitmişlerdi. (Japon otomotivi de aynı şeyi yapmıştı).
Almanya 1950’lerden başlayarak Fransa ile anlaşmış ve adım adım Avrupa Birliği oluşturulmuştu.
Avro zone üzerinden dolar baskısını finansal bir müdafaa hattı da geliştirmişlerdi. 1990’lara gelindiğinde, Avrupa’nın performansları artık Angloamerikan çekirdek; bilhassa da İngiltere için alarmı çalıştırmaktaydı. En beter gelişme ise,
Almanya’nın Yumuşama süreçlerinin avantajını kullanarak ve bittabi AB’nin Avrasya ile kurduğu, bilhassa Rusya ile kurduğu enerji ilişkileriydi.
Brandt Doktrini tam da buna işâret ediyordu. Bu, Almanya’yı, İngiltere’nin hâkim olduğu Ortadoğu’nun enerji kaynaklarına mahkûm olmaktan görece kurtarıyordu. Duvar yıkıldıktan sonra
Almanya, “özgürleşen” Doğu Avrupa’da ve Balkanlarda hâkimiyet sâhasını
büyütmekteydi. Nihâyet son olarak Rusya üzerinden yükselen yeni yıldız Çin ile yakınlaşmanın yollarını bulmaktaydı. Hâsılı,
AB’nin Doğu’ya açılma siyâsetleri
Angloamerikan çekirdeği son derecede rahatsız etmekteydi. Bardağı taşıran damla,
Saddam’ın, arkasından Kaddafî’nin avro üzerinden petrol satabileceğini
açıklamasıydı. Artık düğmeye basmak zamânı gelmişti.