Tek Hece öksüz kaldı. Aylardan beri yazmak istediğim yazıyı Türkiye’nin hep yoğun, hep son dakika, hep çok önemli gündemi sebebiyle ancak yazabiliyorum.
Gündem hâlâ pek yoğun canım ülkemde, ancak siyasete, ekonomiye, sunî meselelere dair sözler söylemek gelmiyor içimden. Ne yeni kabineye eleştirel bir bakış getiresim var, ne İYİ Parti’nin kısa ve kötü gidişatından bahsedesim, ne de Kılıçdaroğlu’na ‘yaklaşıyor yaklaşmakta olan’ diyesim... Kim neye layıksa onu buluyor nihayetinde, herkese layık olduğu mübarek olsun. Günlerdir bulundukları her mecrada ehl-i tasavvufa kin kusan nasipsizlerden bahsetmeye de hiç niyetim yok. Men lem yezuk bilmez yazık, deyip dualar ediyorum muvahhid olmayı başkalarını müşrik ilan etmeye eşdeğer sayan kardeşlerime. Komşuya büyük geçmiş olsun, Mesut Özil’i alnından öpüyorum, Mete Gazoz’un bahtı ve yolu açık olsun ama derdim başka benim, çünkü şair öldü ve Tek Hece öksüz kaldı 17 Nisan’da.
Bir tren yolculuğunda gönlüme düştü demişti, niye, nasıl bilmem ama bir tren yolculuğunda gönlüme düştü ilkin. Herkes aşktan bahsediyor ama aşk hep susuyordu. Şairleri dertli dertli söyleten, âşıkları ah vah ile ağlatan aşk tek kelime etmiyordu nedense? Acaba dedim, aşk şair olsaydı kendisini nasıl anlatırdı? Aldım elime kâğıt kalemi ve hiç düşünmeden başladım, ilk dörtlük aktı gitti sular gibi
Var mı beni içinizde tanıyan
Yaşanmadan çözülmeyen sır benim
Kalmasa da şöhretimi duymayan
Kimliğimi tarif etmek zor benim
Okudum hoşuma gitti, devam edeceğim, “Bülbül benim lisanımla ötüştü/ bir gül için can evinden...” Birden bıraktım kâğıt kalemi. Dedim ki kendime, yâhu Cemal Sâfi, Fuzûli’ler geldi geçti cihandan, Bâki’ler, Şeyh Galib’ler, Karacoğlan’lar... Hiç birisi cüret etmedi aşkın dilinden aşk şiiri yazmaya, senin haddine mi bu iş? Bıraktım kâğıt kalemi öyle mahzun, yattım uyuyacağım ama kelimeler uçuşuyor içimde, ne mümkün uyumak! “Yüreğime Toroslardan çığ düştü/ Yangınımı söndürmedi kar benim.” Böyle yazıldı Tek Hece.
Kıştan artık günler yaşanıyor, Ankara uçağına binmişim şairi ziyaret için, aklımda bu hikâye. Diyorum ki belki de kurban olduğum Allah işte bu tevazuun hatırına Cemal Sâfi kuluna nasip etti aşkın dilinden aşk şiiri yazmayı. İnsanı iddiasından vurup zelil eden muazzam cilve, iddiasını terk ettiği yerden de yüceltiyor demek ki. Öyle ya, yüzlerce muhteşem güfte, yüzlerce harika şiir bir yana, Tek Hece bir yana.
Başımı cama yaslıyorum, şair nasıl acaba, yırtacak mı kefeni? Yüzü geliyor gözümün önüne, gülümseyip dua ediyorum. Aylardır yoğun bakımda, durumu ciddi diyormuş doktorlar, kızı Ebru Hanım’la görüşeli bir hafta oldu galiba. Orhan Gencebay ziyarete geldi Serdar Bey demişti, gözleri kapalı yatıyor babam, bilinci yerinde değil ama Orhan Bey’in sesini duyunca parmaklarını oynattı, tepki verdi, şaşırdık, çok sevindi doktorlar. Sizi de çok sever babam diyor, vakit bulup gelebilseniz keşke.
Uçak Ankara için alçalmaya başlıyor, kalbim bir dua şiir kadar, ilk karşılaşmamız geliyor aklıma. Ankara’daydık, on beş, on altı yaşlarındayım, şiirler karalıyorum yeni yeni. Subayevleri’nde yazıhanesi var hocanın, şiirlerin en güzellerinden birkaçını itinayla seçip, gidiyorum yanına. Beğenecek mi? Heyecanım tarifsiz! Şiirden bahsediyor ilkin, nasıl yazmak gerektiğinden, şiirin hası nasıl olur’dan... Çaylar içiliyor, uzatıyorum karalamalarımı, ne olur beğensin Allah’ım. Öyle güzel, öyle moral verici şeyler söylüyor ki şiirleri görünce, çocuk girdiğim kapıdan şair çıkıyorum. Hatta abartıyorum işi, masasının üzerine oracıkta karalayıverdiğim bir şiiri bile bırakıyorum.
Uyanıkken düşte cemali gördüm
Çay rengi şarabı aldım sâkiden
Gülzara meyletmem kemâli derdim
En sâfi çileyi çaldım Sâfi’den
Küstahlığa bak hele. Ben olsam döverim. Onun yüzünde ise o bildik, yaramaz, çocukça tebessüm, ben giderken kapının arkasından sesleniyor: “Serdar, şairsin sen!”
Yirmi beş sene geçmiş aradan, şimdi bir hastane kapısının önündeyim, şair olmadığımı biliyorum. Görevliler karşılıyorlar, hoca nasıl diyorum, susuyorlar, mahzun. Allah hayırlı şifalar ihsan etsin diye kendi sözüme mukabele ediyorum, Allah hayırlı olanı versin diyorlar, mahcup... Anlıyorum, durum gerçekten ciddi, yaşlar hücum edecek gözüme, ağlamıyorum, dudaklarımı ısırıyorum, metanet, moral, hasta, aman diyorum kendi kendime. Üstüme bir kıyafet giydiriyorlar, montumu çıkarmıyorum, beş dakika kalıp çıkacağım nasılsa.
Yoğun bakım odasında camın ardından hocayı görünce başlıyorum ağlamaya. Bir deri bir kemik, iki büklüm, gözler kapalı, parmaklarında, vücudunda cihazlar... Hıçkırığımı kesmek için şiir okuyarak giriyorum içeri, Var mı beni içinizde tanıyan... Parmaklarını oynatıyor ufak bir bebek gibi, kalkmaya çalışıyor, doktorlar şaşkın, şiire devam ediyorum ağlayarak. “Niceler sultandı, kraldı şahtı...” Gözlerini açmaya çalışıyor, elleri kıpır kıpır, hastabakıcılar birbirine bakıyor şaşkınlık ve ümitle, Şâfi sensin Allah’ım diyor kalbim. Yaklaşıp elini tutuyorum, nasılsın hocam diyorum, parmaklarında kalan son takatle elimi sıkıyor, iyi olacaksın diyorum, başını hareket ettirmeye çalışarak elimi yine sıkıyor. Dünyanın en hızlı, en garip, en farklı dili kendiliğinden oluşuyor aramızda. Eline kalemi alınca şiiri konuşturan güzel adam, dudaklarının mecali olmadığı bu demde parmaklarıyla anlatıyor hissettiklerini. Çıkacaksın buradan diyorum, şiirler okuyacağız tekrar, Brüksel’i hatırlıyor musun hocam? Alkıştan yıkılmıştı ortalık hani, yine öyle olacak... Ellerinin yardımına yarım aralanabilen bir gözü mecalsizce eşlik ediyor, güldüğünü gözünün aralığından anlıyorum. Ağlıyorum, umurumda değil, elimde değil... Elimi sertçe sıkıyor, biliyorum bu ağlama demek ama nafile, hocanın gözlerinde yanağına süzülmeye çalışan damlalar birikiyor. Tek Hece’yi efendimin büyük oğluna okudum hocam diyorum ağlıyor, neredeyse sarsılacak, çok beğendi biliyor musun, tekrar okuttu. Hele bir iyileş diyorum birlikte gideceğiz, sen kendin okuyacaksın, elimi öyle bir sıkıyor ki, canım yanacak. Söz bitiyor susuyorum, elimi sıkıyor, anlat, durma dercesine. Dışarıda yağmur var diyorum, hastaneden çıkınca bağırarak okuyacağım şiiri, Ankara bilsin bu hastanede kimin yattığını, gülüyor sanki yüzünde o çocuksu, o yaramaz, o bildik ifade. Yarım saattir iki büklümüm, söz bitiyor, işaret ediyor görevliler, elinden öpüyorum, anlıyor vaktin geldiğini...
Birkaç ay kadar sonra dâr-ı bekâya göçtüğünü haber alıyorum Cemal Sâfi’nin. Aşk öksüz kaldı diyorum yanımdaki arkadaşa, dudaklarım kıpır kıpır Fâtiha, kalbim yakarıyor biteviye: Niyeti vardı Allah’ım, sen bilirsin kuşkusuz, eli tutmuşlardan eyle...
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.