Türkiye kutuplaşmıyor, kendini inşa ediyor! (2)

04:0014/03/2019, Perşembe
G: 14/03/2019, Perşembe
Selçuk Türkyılmaz

Doksanlı yıllarda FETÖ’yü yapay kutuplaşmanın kitleler üzerinde oluşturduğu gerilimi bertaraf edecek hoşgörü hareketi olarak sundular ve bu şekilde istediklerine ulaştılar. Bu, yeni bir keşif değildi, aynı örgüt 12 Eylül öncesinin sağ-sol kutuplaşmasından da zaferle çıkmıştı. Paşalar da yapay kutuplaşmanın verdiği zararı bertaraf ettikleri iddiasıyla darbeye meşruiyet kazandırmaya çalışmıştı. Eş zamanlı olarak FETÖ’cüler de kutuplaşmaya karşı dinî görünümlü bir yapı olarak öne çıktı. Doksanlı yıllar

Doksanlı yıllarda FETÖ’yü yapay kutuplaşmanın kitleler üzerinde oluşturduğu gerilimi bertaraf edecek hoşgörü hareketi olarak sundular ve bu şekilde istediklerine ulaştılar. Bu, yeni bir keşif değildi, aynı örgüt 12 Eylül öncesinin sağ-sol kutuplaşmasından da zaferle çıkmıştı. Paşalar da yapay kutuplaşmanın verdiği zararı bertaraf ettikleri iddiasıyla darbeye meşruiyet kazandırmaya çalışmıştı. Eş zamanlı olarak FETÖ’cüler de kutuplaşmaya karşı dinî görünümlü bir yapı olarak öne çıktı. Doksanlı yıllar yetmişli yılların kaba bir tekrarından ibaretti. Ne yazık ki istediklerini elde ettiler.



Hâlbuki Türkiye’de Batı’da olduğu gibi toplum kesimlerini birbirinden keskin hatlarla ayıran kutuplaşma yaşanmamıştı. Fakat Türkiye’de taraflar arasında bir gerilimin yaşandığını da inkâr edemeyiz. Yine doksanlı yılları yaşayanlar yapay siyasî gerilimleri hatırlayacaktır. Gazeteci ve yazarların öldürülmesi, kutuplaşma görüntüsü altında Türkiye’nin emperyalist müdahalelere açık hâle gelmesine yol açmıştı. Bu, dışarıdan müdahalenin en basit örneğiydi fakat içerideki uzantılar cinayetleri gerilimi yükseltecek biçimde işlediler. Doksanların hemen başında Türkiye’de yaşanan süreci I. Körfez Savaşı’ndan sonra Amerika’nın ve Batılı müttefiklerinin coğrafyamıza yerleşmesiyle izah etmek gerekirdi. Nedense laik-antilaik çatışması gibi yapay bir durum kabul gördü.

Türkiye’de kutuplaşmanın olmadığını gösteren iki örneğe önem vermemiz gerekir. 28 Şubat’ta Erbakan’ı devirmek isteyen “Amerikancı-İngilizci-İsrailci” muhafazakâr Gülen yapılanmasıydı. Erbakan’ın Fyamuhtemel başarısına bile tahammül göstermediler. Bu, elbette Gülen’in kendi başına düşünüp karar verebileceği bir siyaset değildi. Adına hareket ettiği merkezler Erbakan’ın millî ve yerli siyasetine yaşama şansı vermedi. Amerika’nın Körfez’e yerleşmesine ve Çekiç Güç’e karşı en rahatsız edici açıklamalar Erbakan’dan geliyordu. Çünkü Erbakan, gerçek manada taban ile buluşma şansı olan bir siyasî-fikrî hareketin lideriydi. Bu da onun söylediklerini afakî olmaktan çıkarıyordu. Üstelik Erbakan, meşru mücadele sınırlarının dışında farklı arayışlara izin verecek bir lider de değildi.

Türkiye’de kutuplaşmanın olmadığını gösteren ikinci örnek de 15 Temmuz Darbe Girişimi’dir. 2011’de Erdoğan’ı tasfiye etmek ve Ak Parti’yi ele geçirmek için milletvekili seçimlerine müdahil olmak istemişlerdi. Zaten bundan sonraki süreç de Erdoğan’ın milletiyle birlikte emperyalizme karşı amansız bir mücadelesinden ibarettir. Muhafazakâr bir stk-cemaat Erdoğan’a muhalefet ediyor ve devlet, kendi kurumlarının yabancılar tarafından ele gerildiğini fark ediyor. Bunun adı da kutuplaşma olamazdı.

Erdoğan’a karşı muhalefet hareketinin hâlâ muhafazakâr çevre içinde örgütlenmesi kutuplaşma iddialarının yersizliğini gösterir. Fakat yine de Türkiye’de siyasî gerilimin en üst seviyede yaşanıyor olması yeni kavramlara, yeni tanımlara ihtiyacımızı kanıtlar. Çünkü geçmişi epeyce eskiye dayanan ve uzun süreceği anlaşılan bir mücadelenin içindeyiz. Türkiye’nin bekâ meselesi de bu mücadele sürecinin içinde anlaşılacak.

Erdoğan, Erbakan’dan farklı olarak meşru mücadele sınırlarını zorlayan ve değiştiren bir lider olarak tarih sahnesine çıktı. Erdoğan’ın en önemli farkı devlet aklını oluşturma hedefine sahip olmasıydı. Kurumların vazifelerinin yeniden tanımlanması ve uyumun sağlanması oldukça zor bir işti ve süreç oraya doğru gidiyordu. Bu, yirminci yüz yıl şartlarında hayal edilemeyecek bir hedefti. Resmin parçaları ile bütünü arasındaki uyumsuzluk bugün hâlâ izah edilemiyor. Bunun için zamana ihtiyacımız olduğu açıktır. 2011’i başlangıç noktası olarak almamızın sebebi de bu belirsizliktir. Ama Erdoğan’ın meşru mücadele sınırlarını zorlayan ve değiştiren siyaseti klasik ideolojik farklılıkları da geçersiz kıldı.

2014 cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan karşısına ortak bir adayın çıkarılmasını ayrı bir bahis olarak ele almak gerekebilirdi. Fakat bu olay, 28 Şubat Süreci’nin sendikalar örneğine benzer. Sadece bir göstergeydi ve 15 Temmuz’a giden sürecin içinde anlam kazandı. Eğer başarılı olsaydı Türkiye’nin direnci kırılacaktı. Erdoğan’ın karşısına muhafazakâr bir adayın çıkarılması anlamlıydı. Direncin kırılması buna bağlıydı.

Türkiye, 2002’den sonra Batı emperyalizmi karşısında sürdürülebilir bir direnç üretiyor ve bu, yaşadığımız gerilimlerin temelini oluşturuyor. Bu direnç devam ettiği müddetçe yeni gerilimlerle karşılaşmamız şaşırtıcı olmayacaktır. Bunu da kutuplaşma olarak göstermek doğru değildir. Çünkü Türkiye’nin esas mücadele ettiği aktörler dışarıdadır, içeridekiler bir uzantıdan ibarettir.

#FETÖ
#I. Körfez Savaşı
#28 Şubat
#15 Temmuz
#Kutuplaşma